27 Haziran 2009 Cumartesi

AŞK DOĞUDAN YÜKSELİYOR



Uzakdoğu Sineması, kâh bizim Yeşilçam’dan tatlar barındıran yapımlarla karşımıza çıkıyor, kâh Hollywood’un ağzını sulandıran filmlere imza atıyor. Onlar, aşkın gölgesinden hiç ayrılmıyorlar ve büyük bir tutkuyla sinemanın dilini yeniden kurguluyorlar. Boş yere demiyoruz; aşk çoktandır doğudan yükseliyor.

ALPER TURGUT

Uzakdoğu Sineması’nı sevmemin asıl nedeni, sevdaya dair bitmeyen arzu ve ısrarından kaynaklanıyor. Onlar, sevi öyküleri adına yola düşmekten asla çekinmiyorlar. Belki de, aşk gerçekten güneşe benziyordur ve bu yüzden doğudan yükseliyordur. Kim bilir... Uzakdoğu Sineması bazen Yeşilçam’ın çocuksu saflığını hatırlatıyor, bazen de dozunu ayarlayamadıkları -mümkün mertebe abartıya kaçan- romantizm yüzünden iyiden iyiye sakarlaşıyorlar. Ancak bu eğreti durmuyor, mutlak suretle sıcak ve samimi bir hava yaratıyor. Tüm bunların yanı sıra Güney Kore, Çin ve Japonya’nın özgün senaryolarla adamakıllı şiirleşen başyapıt muadili filmleri de var. Aşk, paylaşma, vicdan ve umuttur. Ve ille de tutku... Uzakdoğu’dan araklamaya bayılan üretme aczi içerisindeki Hollywood, seneler önce ruhunu yitirdiği için kesinlikle tutkuyu anlayamıyor ve yaratmaya muktedir olamıyor. “Aşkın gelişi, aklın gidişidir” demiş Antoine Bret... E yani haksız mı adam? Aşk acısı insanı büyütür, aşılmaz dağlar bile aşılır, saraylar, saltanatlar yıkılır. Gerçekten merak ediyorum. Şu dünyada aşktan daha büyük ve daha baştan çıkartıcı bir delilik var mıdır?


Peki, tüm zamanların en iyi aşk filmleri hangileri? Mesela, Amerikan Film Enstitüsü üyelerinin böyle bir listesi var. Onlar, başa Kazablanka'yı oturtmuşlar, ikinci sıraya Rüzgâr Gibi Geçti’yi almışlar, üçüncülüğe ise Batı Yakasının Hikâyesi’ni layık görmüşler.

Şimdi diyeceksiniz ki; bizim favorilerimiz bunlardan hiçbiri değil. Atıyorum, 57 yıllık romantik komedi Roma Tatili, size daha yakın geliyor. Hayır, belki de siz; Doktor Jivago, Şehir Işıkları (City Lights), Aşk Hikâyesi (Love Story), Bulunduğumuz Yol (The Way We Were) ve Şahane Hayat‘ı (It's A Wonderful Life) çok seviyorsunuz. Seçeneklerimiz bitti mi? Ne gezer... Adeta bereket fışkırıyor, makaradan... Sinema tarihinin en sağlam gişesini yapan Titanik, sonra Özel Bir Kadın (Pretty Woman), Melekler Şehri (City of Angels), Aşk Engel Tanımaz (Notting Hill), Hayalet (Ghost), Sen Uyurken (While You Were Sleeping), İngiliz Hasta (Englısh Patient), Amelie (Le fabuleux destin d'Amélie Poulain), Cesaretin var mı Aşka? (Jeux D'enfants), Not Defteri (Notebook), New York'ta Sonbahar (Autumn In New York), Kasım’da Aşk Başkadır (Sweet November) ve tabii ki bizim fenomenimiz Selvi Boylum Al Yazmalım... Unutmayın, beyazperdenin, nabza göre şerbet vermekte üstüne yoktur.

Gel gelelim benim sevmekten vazgeçemediklerime... Aşk Üzerine Kısa Bir Film (Krótki Film o Milosci), Kutup Çizgisi Âşıkları (Los amantes del Círculo Polar), Daha Yaklaş (Closer), Annie Hall, Harry Sally İle Tanışınca (When Harry Met Sally), Sensiz Olmaz (High Fidelity), Sil Baştan (Eternal Sunshine of the Spotless Mind), Gün Doğmadan (Before Sunrise), Gün Batmadan (Before Sunset) ve Yağmurdan Önce (Before the Rain)... Şimdilik bu kadar... Çünkü devam ettikçe hem toparlayamayacağız hem de asıl konuya hiç giremeyeceğiz.

KOPYACI HOLLYWOOD

Başta da söyledik, son yıllarda aşkın tarifi artık Uzakdoğu’dan geliyor. Ve senaryo kabızlığı çeken (üstelik senaristler greve gidiyorlar, önce üret sonra ücret iste be birader) kopyacı Hollywood, yeniden çevrimlerle uğraşadursun, taklitler ancak asıllarını yaşatıyor. Benzer bir kısırlık, Avrupa Sinemasını da sarmış durumda... Nerede o eski güzelim İtalyan, Fransız, İngiliz ve Alman filmleri... Numune mahiyetindeki tek tük iyi yapımların ise zevahiri kurtarmaktan başka bir anlamı yok. Üç beş cıvık şarkı biraz da danstan bozma kıvırtmayla kotarılan uyduruk ve gayet yerel filmlerin cenneti Hindistan Sineması (Bollywood bu serzeniş sanadır) ise ancak ayrı bir yazının konusu olabilir.

Benim gibi bir sinemaseveri, uzun bir süredir romantizm adına mutlu kılan tek şey Uzakdoğu Sineması... Önceliğimi özgün metinlerine ve detay zenginliğine şapka çıkardığım Güney Kore’ye veriyorum. Ne yazık ki; 7. Sanat’ı en can alıcı renkleriyle boyamaya çabalayan Çin, aşk denilen dünyanın en ağır yükünü birkaç üstün yetenekli rejisörün sırtına yıktığı için benim açımdan Kore’den sonra geliyor. Her ne kadar arabeske savrulup, “sulugöz” bir sinemaya kapılarını aralasa da Japon Sineması’nı da dikkate değer buluyorum.

Simgelerin ve ışığın benzersiz kullanımı, eşsiz müzik seçimleri, müthiş detaylar, etkileyici fotoğraf kareleri, kameraya ve oyunculara tam hâkimiyet, her mevsime bir renk bahşeden görsel bir zirve ve dahası... Akıcı ve heyecan verici... Tek kelimeyle ritüel... İşte bir kısmı Hollywood’un da ilgisine mazhar olan gözde Uzakdoğulu yönetmenlerim şunlar; Kim Ki-duk, Jae-young Kwak, Chan-wook Park, Hyun-seung Lee, Wong Kar-Wai, Yimou Zhang, Ang Lee, Takeshi Kitano, John Woo...

MENAJER OLSAM PEŞLERİNE DÜŞERDİM

Bütün “çekik gözlüler” birbirine benzer... O zaman Efsanevi Bruce Lee ile İhtiyar Delikanlı (Oldboy) Min-sik Choi’nin ikiz olduklarını da iddia edebiliriz. Ne denli mesnetsiz ve mantıksız bir lakırdı... Sadece bakmayıp, görmeyi denerseniz, tüm ayrıntılar belirginleşecek. Adım gibi eminim. Menajer olsam peşlerine düşerdim, yönetmen olsam kesinlikle filmimde oynamalarını isterdim dediğim aktör ve aktrisler var sırada... Senin yüzünden sigarayı bırakma niyetim yok diye haykırdığım bay yetenek Tony Leung Chiu Wai, baş döndüren güzel Ziyi Zhang, Ziyi ile yarışabilecek yegâne dilber Gianna Jun, tecrübe, şefkat ve sadakat ile resmedebileceğimiz Maggie Cheung, yüzünü hep aşina bellediğimiz Andy Lau, dövüş sanatlarının büyük ustası Jet Li, hüzün ve anlayışa karşılık gelen Michelle Yeoh, Hollywood’un da ilgisini çekmekte gecikmeyen ağır ağabey Yun-Fat Chow ve bir erkeğin zarafetini simgeleyen Takeshi Kaneshiro...

GÜNEY KORE

Nevi şahsına münhasır filmler üreten Güney Koreli Kim Ki-duk’un Boş Ev’ini (Bin-jip) izleyip de etkilenmemek mümkün müdür? Kıskançlığın mübalağa boyutunu çoktan geçtiği Zaman (Shi gan) ise hiç kuşkusuz farklı bir deneyimdir. Ya kocasını intihar meraklısı bir idam mahkûmuyla aldatan sıradan ve mutsuz bir kadının öyküsünü dillendiren Nefes (Soom)... Kim Ki-duk, her türlü övgüyü hak ediyor.

Türkçesi Hırçın Kız’a karşılık gelen ve kısaca tesadüfler silsilesi diyeceğimiz “Yeopgijeogin Geunyeo”... İlk yarı, ikinci yarı ve uzatmalar... Maç keyif veren eğlencelik bir komedi formatında tamamlanır ancak uzatmalar, sizi köşeye yatırmayı başarır. Komedi drama dönüşür, duygular yoğunlaşır ve kazanan romantizmdir. Yönetmen Jae-young Kwak’ın bir sonraki filmi Klasik (Keulraesik) ise hala seyredememiş olanları, elde mendil bekliyor.

Chan-wook Park’tan İhtiyar Delikanlı (Oldboy) ve Ben Bir Robotum Ama Sorun Değil (Saibogujiman kwenchana)... Her iki yapım için de söylenmesi gereken sanırım; tam tekmil deliliktir.

Hyun-seung Lee'den Deniz (Il Mare - Siworae)... Deniz, gerçeküstü bir öyküyü kuşanan sağlam bir seyirlik... ABD’liler onu da kopyaladılar ancak orijinalinin aurasını yakalayamadılar.

Geçtiğimiz günlerde izleme fırsatı bulduğum Bir Zamanlar Lisede (Maljukgeori janhoksa) ise öncelikle gençlere dair sinema yapmaya çalışan ülkemiz yönetmenlerine sesleniyor. Sizin filmleriniz neden saçma sapan belki böylelikle idrak da edersiniz.

ÇİN

Çin'in tüm dünyaya hediyesidir Wong Kar-Wai... Onun, Mutlu Beraberlik (Chun gwong cha sit), Aşkın Zaman'ı (Fa yeung nin wa) ve 2046 adlı filmlerini seyretmek her gerçek sinemasever için mutlak zorunluluktur. Yani özetle; aşkın kusursuzluğa yakın bir şekilde nasıl betimlendiğini merak ediyorsanız, kaçırmamalısınız.

Son olimpiyatların görsel bir şölene dönüşmesinin tek müsebbibi olan Yimou Zhang ise hız kesmek nedir bilmiyor, Kahraman (Ying xiong), Parlayan Hançerler (Shi mian mai fu) ve Altın Çiçeğin Laneti (Man cheng jin dai huang jin jia) ile aşkı destanlaştırma faaliyetlerini tam gaz sürdürüyor.

Tayvan asıllı Ang Lee'den Kaplan ve Ejderha (Wo hu cang long) ile Dikkat, Şehvet (Se, jie)... İntikam, ihtiras, arzu, ihanet, fedakârlık ve yalın bir erotizm... Tüm duyguların kesiştiği tek nokta ise elbette aşk...

Aksiyon-macera filmlerinin büyük dehası Hong Kong’lu John Woo, en son bir milyon kişinin çarpıştığı tarihin en kanlı savaşlarından Red Cliff’i (Chi Bi) çekti. Bizim Baltacı Mehmed Paşa ile Deli Petro’nun eşi Rus Çariçesi 1. Katerina’nın tarihi ve pek muzip öyküsünü bilmeyen yoktur. Üç Krallık döneminin Çin’inde yaşananların da benzer özellikler taşımasını niye şaşırtıcı bulmuyorum. Çünkü erkekler, vatan için özgürlük için ama en çok da kadınlar için savaşırlar. Neyse sadede gelelim. Red Cliff, güzel ve büyüleyici bir masal. İzlemesi zevkli, set süreci yorucu, zahmetli ve zorlu… 80 milyon dolar harcanan Red Cliff, şimdilik Asya'nın en pahalı filmi...

JAPONYA


Günümüz Japonya Sineması’nın en büyük yıldızı Takeshi Kitano'dur. Onun yönetiminde hayat bulan Bebekler (Dolls) de aşkın görsellikle bütünleşen gösterişli ama saf hali gibidir. Bebekler, sevdaya ruhunu katar, özverinin önemini sağır kulaklara fısıldar.


Eski Yeşilçam filmlerini hatırlatan ve arabesk bir sos barındıran bir seyirlik; Dünyanın Orta Yerinde Aşk İçin Ağlıyorum (Sekai no chûshin de, ai o sakebu)... Filmin adından da anlaşılacağı üzere, aşk iri tuzlu gözyaşlarıyla simgelenir, ama Mevla olan yanakları ıslatanı değil direk kalbe akanıdır. Bunu sadece ve sadece o büyük acıyı göğüslemeyi deneyenler bilirler.


Bu yazı Cinedergi'nin Temmuz 2009 sayısında yayınlandı...

Cinedergi'nin 15. sayısı yayında!


Sanal dünyanın en kapsamlı sinema dergisi Cinedergi onbeşinci sayısıyla yayında! Banu Bozdemir, Serdar Akbıyık ve Fırat Sayıcı'nın hazırladığı ücretsiz sinema dergisi Cinedergi, yine dopdolu bir içerik ile karşınızda...


İşte bu ayın öne çıkan başlıkları...

Bu ay iki röportaj; Ruhi Sarı ve Görkem Yeltan...



Bu sayının önemli üç dosyası... Gangster filmleri, Uzakdoğu'dan esen aşk rüzgarına kapılmış filmler ve sinemanın içindeki büyü: sihirler...


Oyuncu Daniel Radcliffe ve Emma Watson portre bölümünde. Altın Koza sonrası bir değerlendirme... Belgesel sinemanın farklı bakışı Zamanın Ruhu, Türk sinemasının nabzını tutan Sindrella ve sinema kahramanlarını farklı bir şekilde buluşturan Mesela Dedik...
Eleştiri, vizyon, pek yakında, DVD'ler, albümler, kitaplar... Hepsi ücretsiz sinema dergisi Cinedergi'nin yeni sayısında. www.cinedergi.com, her ayın 25'inde bir sonraki ayın içeriğiyle bir tık ötenizde!


17 Haziran 2009 Çarşamba

Mardin’de bir deneyim kültürü; SİNEMARDİN.




Bu yıl ilk defa uluslararası bir deneyim yaşayacak olan Mardin Film Festivali, 4. kez sinemaseverlerle buluşacak.

İlk kez 2006 yılında gerçekleştirilen festival, kent ölçekli bir sanatsal etkinlik olarak Mardin’de sinema kültürünün gelişmesini hedeflemektedir. Geçtiğimiz yıl Mardin’de tek sinema salonunun açılmasına öncülük eden SineMardin, bu yıl açık hava gösterimleriyle de Mardin’de sinema nostaljisini yaşatacak.

20 -26 Haziran tarihlerinde Mardin Sinema Derneği tarafından gerçekleştirilecek olan SineMardin, gösterim ve gösterim öncesi film seçkilerinin yanında, sınırın ötesindeki, yakın ama bilinmeyen coğrafyayı bu yılki festivale konuk ediyor.

New York merkezli bir sanat kurumu olan ArteEast ve Mardin Sinema Derneği tarafından gerçekleştirilecek olan “Arap sinemasına bakış” başlıklı program Ortadoğu sinemasını kapsamlı bir biçimde sinemaseverlerin beğenisine sunacak. Program kapsamında uzun/kısa metraj, belgesel ve deneysel film gösterimleri yanında Suriye, Lübnan ve Filistin’den konuk yönetmen ve sanatçıların katılımıyla bir dizi söyleşi ve konferans yer alıyor.

“Başkasının acısını anlamak” konulu konferans kapsamında belgesel sinema ve Ortadoğu bağlamında deneyimler paylaşılacak. Konferansa, Muhammad Halas, Usama Muhammad ve Omar Amiralay gibi ustalar katılacak.
Festival ve etkinlik programı hakkında daha fazla bilgi için,
www.sinemardin.com.tr

İLETİŞİM
Pro-Con Event Concept
Turan Güneş Bulvarı 5. Cad. 2/17
Yıldız Çankaya ANKARA
T: 0312 442 0825
Mardin Sinema Derneği
Sinemardin Sinema Salonu 1 Cad. MARDİN
T: 0482 212 2283
www.mardinsinemadernegi.org

15 Haziran 2009 Pazartesi

ADANA'YA SELAM, HÜSEYİN ATAŞ KARDEŞİME DE...







4. ULUSLARARASI BURSA İPEK YOLU FİLM FESTİVALİ





Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından ilk kez 2006 yılında hayata geçirilen ve bu yıl dördüncü kez gerçekleştirilecek olan Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nin tarihleri belli oldu.

Bursalı sinemaseverlerin yoğun ilgisi ile geçen yıl 70.000 rekor izleyiciye ulaşan Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali bu yıl 14 – 22 Kasım 2009 tarihleri arasında düzenlenecek.

Ülkemizin en genç sinema festivali olmasına rağmen, kısa bir zamanda zengin film programı ve yan etkinlikleri ile Bursalılardan ve medyadan büyük ilgi gören, İpek Yolu Film Festivali bu yıl yeni bir ilke daha imza atarak festival süresini 9 güne çıkarıyor.

Dünyada yaşanan ve ülkemizde de etkileri görülen ekonomik krizle birlikte, yurtiçi ve yurtdışında düzenlenen etkinliklerin pek çoğunun küçülmesi ya da iptal edilmesinin gündeme geldiği bir dönemde İpek Yolu Film Festivali, programını 9 güne çıkararak festivalin gelişimi adına büyük bir adım attı.

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı ve aynı zamanda Festival Onursal Başkanı Recep Altepe, festivalin
www.ipekyolufilmfest.com web adresinde yayınladığı mesajında Bursa’nın kültürel ve sanatsal gelişimine verdikleri önemin altını çizerek, katkılarının büyük oranda devam edeceğini belirtti.

İpek Yolu Film Festivali’nde bu yıl neler olacak?

İpek Yolu Film Festivali geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi bu yıl da zengin içeriği ile sinemaseverlerden büyük ilgi görecek.

Festivalin olmazsa olmaz bölümleri arasında bulunan ve ilk filmlerini çeken yeni sinemacıları destekleyen Uluslararası Altın Karagöz Uzun Metraj Film Yarışması bu yıl da devam edecek ve Bursalılar, dünyanın dört bir yanından yarışmaya katılan filmlerle, genç kuşağın sinema eğilimlerini görme şansını yakalayacak.

Türk sinemasının gelişimine büyük önem veren İpek Yolu Film Festivali, Ulusal Altın Karagöz Uzun Metraj Film Yarışması’nda ülkemiz sinemacılarına katkılarını devam ettirerek yeni Türk filmlerini, yönetmen ve oyuncularının katılımı ile Bursalılarla buluşturacak.

Geçtiğimiz yıl eklemlenen Ulusal Altın Karagöz Uzun Metraj Film Yarışması’nın ilkinde Raşit Çelikezer’in yönettiği “Gökten Üç Elma Düştü” En İyi Film dalında verilen Altın Karagöz Ödülü’nü kucaklarken, geçtiğimiz aylarda vizyona giren “Nokta” filmi ile Derviş Zaim En İyi Yönetmen seçilerek Altın Karagöz Ödülü’nün sahibi olmuştu.

İlk yılından bu zamana değin kısa filmi destekleyen ve üretimini teşvik eden İpek Yolu Film Festivali, geçtiğimiz yıl “Diyalogsuz” konseptiyle, diyalog, monolog ve sözlü anlatım içermeyen filmlerin yarıştığı Uluslararası ve Ulusal Altın Karagöz Kısa Metraj Film Yarışmaları’na bu yıl da devam edecek.

Kısa filmciler Uluslararası ve Ulusal Altın Karagöz Yarışmaları’nın yönetmeliklerine ve başvuru formlarına festivalin yenilenen
www.ipekyolufilmfest.com web adresinden kısa bir zaman sonra ulaşabilecekler.

Bursalılar 14 - 22 Kasım 2009 tarihleri arasında gerçekleştirilecek ve 9 gün sürecek İpek Yolu Film Festivali’nde, dünyanın sayılı festivallerinde gösterilen ve Türkiye’de merakla beklenen dünyaca ünlü yönetmen ve oyuncuların son filmlerinden, yenilikçi genç kuşağın ilk filmlerine kadar geniş bir yelpazede 100’e yakın filmle buluşacak.

Ayrıca festivalde sinemaseverlerin sabırsızlıkla beklediği ve her yıl 1200’ün üzerinde başvurunun yapıldığı Ücretsiz Sinema Kursları, sinemamızın ünlü yüzlerini ve akademisyenlerini, Bursalılarla bir araya getirecek.



Hüseyin Namık Yıldırım
Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali
Basın ve Halkla İlişkiler Koordinatörü
Tel: 212 245 393 39
Cep: 533 619 46 97
huseyin@ipekyolufilmfest.com
hnyildirim@hotmail.com

ALTIN KOZA ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU...




ALTIN KOZA’NIN KAZANANLARI ‘KÖPRÜDEKİLER’ VE ‘11’E 10’KALA’

Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması kapsamında verilen En İyi Film Ödülü, Aslı Özge’nin yönettiği Köprüdekiler ve yönetmenliğini Pelin Esmer’in yaptığı 11’e 10 Kala arasında paylaştırıldı. En İyi Yönetmen Ödülü’ne ise Uzak İhtimal isimli filmiyle Mahmut Fazıl Coşkun layık görüldü. Festivalin “Büyük Jüri Yılmaz Güney Ödülü”, yönetmenliğini Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın yaptığı İki Dil Bir Bavul isimli belgesel filme giderken, Adana İzleyici Jürisi En İyi Film Ödülü’nü Atalay Taşdiken’in yönettiği Mommo Kızkardeşim isimli film aldı.

Festivalde En İyi Erkek Oyuncu ödülüne Uzak İhtimal filmindeki performansıyla Nadir Sarıbacak layık görüldü. En İyi Kadın Oyuncu Ödülü ise yine aynı filmdeki oyunculuğuyla Görkem Yeltan’a verildi.

En İyi Görüntü Yönetmeni ödülüne Pus filminden Erkan Özcan ve Süt filminden Özgür Eken layık görülürken, En İyi Senaryo Ödülü, 11’e 10 Kala filmiyle Pelin Esmer’e verildi. En İyi Kurgu Ödülü’nü ise Pandora’nın Kutusu isimli filmdeki çalışmasıyla Franck Nakache aldı.

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü, Vicdan’daki rolüyle Tülin Özen’e verilirken, En İyi Yarımcı Erkek Oyuncu Ödülü ise Mommo Kızkardeşim filmindeki rolüyle Mustafa Uzunyılmaz ve Pandora’nın Kutusu filmindeki performansıyla Osman Sonant arasında paylaştırıldı. Yarışmada En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü’nü Gölgesizler filmindeki çalışmasıyla Serdar Yılmaz aldı. En İyi Müzik kategorisinde ödül alan isim ise Dilber’in Sekiz Günü filminden Nail Yurtsever oldu.

Altın Koza Film Festivali Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması kapsamında verilen Umut Veren Genç Kadın Oyuncu ödülüne Hayatın Tuzu isimli filmdeki performansıyla Asiye Dinçsoy layık görülürken Umut Veren Genç Erkek Oyuncu Ödülü’nü Süt filmindeki oyunuyla Melih Selçuk aldı.

16. Altın Koza Film Festivali Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması’nda En İyi Stüdyo kategorisinde ise ödül verilmedi.

SİYAD JÜRİSİ ‘İKİ DİL BİR BAVUL’ DEDİ

16. Altın Koza Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda bu yıl verilen ve jüri üyeliğini sinema yazarları Özgür Şeyben, Uğur Vardan ve Yusuf Güven’in yaptığı ‘SİYAD En İyi Film Ödülü’ne ise yönetmenliğini Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın yaptığı İki Dil Bir Bavul isimli film layık görüldü.

Çocukluğunu bilirdik ama...




Terminator az buz değil yirmi beş yıllık bir hikâye. İlk filmdeki kadrodan kimse kalmadı ama John Connor’ın makinelere karşı başlattığı isyan devam ediyor. Devam filmleri genelde beğenilmez. “Terminator Kurtuluş” da eleştirilerden nasibini alıyor. Ancak çocukluğumuzdan beri bilincimizi ya da daha bilinçaltımızı kurcalayan birtakım sorulara da ışık tutuyor. Ancak Terminator denilince akla gelen ilk isim Arnold Schwarzenegger bu kez John Connor’ı korumak için orada olamayacak...

DENİZ ÜLKÜTEKİN

Sinema eleştirmenliğinin bir klişesi de devam filmlerini yerden yere vurmak. Genelde serinin üçüncü filmine gelindiğinde yakınmalar başlar; “ilk filmdeki tadı almadık”. Terminator serisinin dördüncü filmi “Terminator Kurtuluş” da benzer tepkilerden kaçamadı. Chicago Times’dan Roger Ebert, “Dikkatle inceledikten sonra benim üç cümlelik özetimin filmin kendisini izlemekten daha cazip olduğunu söyleyebilirim” diyor. Yeterince ağır değil mi? Popüler internet sitesi “Rotten Tomatoes” da tüm eleştirileri toplayıp yüzde 34 gibi bir rakam veriyor ve açıkça “boşa zamanınızı harcamayın” diyor. Dediğimiz gibi devam filmlerinde hayal kırıklıkları çokça yaşanır. Sorumuz şu; peki bu filmler niye ısrarla çekilmeye devam eder? Serinin ilk filmi 1984 yapımı The Terminator’ı hatırlayın. Hikâye en yalın haliyle karşınızdaydı. 2029’da insanlar ve makineler arasında savaş yaşanmaktadır. Skynet isimli bilgisayar tarafından yönetilen makineler John Connor önderliğindeki direnişçileri bir türlü yok edemezler ve akıllarına dahiyane bir fikir gelir. Geçmişe gidip daha John doğmamışken annesi Sarah Connor’ı öldürmek. Geçen hafta vizyona giren “Terminator Salvation”da ise ilk filmdeki hikâyeden bile öncesine gidiliyor.
Birinci filmde direnişçiler tarafından gelecekten gönderilen Sarah’ı kurtarmakla görevli olan, bu görevini başarıyla yerine getiren üstüne bir de John Connor’ın babası olan Kyle Reeves henüz ergenliği yeni atlatmış bir gençtir ve Skynet’in “önümüzdeki günlerde öldürülecekler” listesinde John Connor’ın bile önünde yer almaktadır. Ancak direnişçiler arasında kimse Reeves’in önemine henüz vâkıf olamamıştır. Açık konuşmam gerekirse ilk Terminator filmini izledikten sonra aklımda bu tip hikâyenin devamına yönelik sorular uyanmamıştı, daha çok Arnold Schwarzenegger’in aksiyon hareketlerini çalışmakla meşguldüm. Ancak şimdi hikayenin bir şekilde devam etmesi gerektiğini söylemeliyim. “Terminator Kurtuluş” hikâyenin geleceğine değil geçmişine ışık tutuyor. Bir ilginç detay ilk iki filmde ortalığı kasıp kavuran T-800 ve binlerce parçaya bölünse de kendini hızla toparlayabilen T-1000 henüz ortalıkta yok. T-1 ve T-600’ler direnişçilere karşı savaşıyor.


TERMİNATOR VE GELECEK

Hollywood için “Terminator” hikâyesi bulunmaz bir hint kumaşı değil. Bu tip distopik gelecek senaryoları üç memeli kadınların konsomasyon yaptığı Mars’taki gece kulüplerinde felekten bir gece çalmaktan, güneşin sadece yüksek gökdelenlerin üst katından görülebildiği bir dünya tasavvuruna kadar uzanır. Terminator’ü 25 yıl sonra devam filmi çekilecek bir fenomen haline getiren şey ise daha çok üzerine oturduğu klişeler. İnsanlar ve makineler arasındaki mücadelede, serinin ikinci filmi 1991 yapımı “Terminator Kıyamet Günü”nde, kendisinden çok daha üstün özellikteki T-1000’i yok ederek John Connor’ı kurtaran Terminator, önce fiziksel sonra da duygusal hissiyatı öğreniyordu. Evet bir makinenin bile duyguları olabilirdi. Sarah Connor filmin sonunda bunu insanlığın geleceği için umut verici bir gelişme olarak yorumluyordu.


Yine ikinci filme dönelim. Skynet’in geliştirilmesinden sorumlu olarak gösterilen Miles Bennett, Tyson Cyberdyne için yaptığı araştırmaların henüz başındadır. Terminator, Sarah ve John, Miles’ı öldürerek bu felaket senaryosunu baştan bitirmek isterler ama Sarah, Miles’ı ailesinin önünde öldüremez; hem adamcağız da çalışmalarının böylesi bir felakete yol açacağından haberdar değildir. Zaten üçüncü film “Makinelerin Yükselişi”nde de kıyamete yönelik tahminlerin tam anlamıyla tutmadığı ortaya çıkar. Ancak John Connor hâlâ ikna olmamıştır ki fazlasıyla haklıdır, “Bunu da gördük” dedirtecek şey gerçekleşir, Skynet bu kez kadın terminatorü geçmişe yollar T-X’in üstün özellikleri yanında bir artısı da cazibesidir. Ancak direnişçilerin eli de armut toplamıyordur. Onlar da bir önceki filmdeki “Terminatör”ün daha elden geçirilmiş versiyonu T-850 model 101’i geçmişe yollarlar. T-X’in bir özelliği de diğer makineleri kontrol altına alabilme özelliğidir. Bu üçüncü filmin yönetmeni Jonathan Mostox tarafından kadınlara atfedilen bir özellik midir bilemeyiz ama T-X gerçekten T-850’yi kontrolüne geçirir ve John Connor’a saldırmasını sağlar. Sonuçta başarılı olamaz ama dikkat çekici olan Skynet’in makineye özgü avantajları yerine insanlara özgü zaafları kullanıyor olmasıdır. İnsan kendine özgü özellikleri sayesinde kimi zaman çok zor durumlardan kurtulabilir ama bazen de özellikler zaafa dönüşür. Ne olursa olsun serinin dört filminde de altı çizilen şey budur.


ARNOLD’A SELAM

Ne olduysa oldu artık John Connor büyüdü, veya zaten büyüktü de biz hikâyenin geriye sarılışını izliyorduk. Ancak bu paralel evren karmaşasını bir kenara bıraktığınızda John Connor’ın bizimle birlikte evrimleştiğini görebilirsiniz. Belki Hollywood’un istediği de bu. O yüzden çok eleştirilen yapımlara dolar saçmayı sürdürüyorlar. James Cameron’la başlayan seri dördüncü filmde McG’nin yönetimine geçti. Çocukluğu Edward Furlong’la ete kemiğe bürünen John Connor ise artık Christian Bale’in Batman’den apartma kısık sesiyle karşımıza geliyor. Ancak serinin asıl kahramanından söz edemedik. Arnold Schwarzenegger bu filmde sadece terminatörlerin üretimi sahnesinde çok kısa bir süreliğine görülüyor. Bu kez John Connor’ı korumak için yanında olamayacak. Zaten şöhretini yarı insan yarı makine rolünden sağlayan birinin Kaliforniya Valisi olup hibrid arabaları savunacağını kim tahmin ederdi ki?


Cumhuriyet Pazar Dergi / 14 Haziran 2009

6 Haziran 2009 Cumartesi

Bu koşullarda asla dizi çekmeyeceğim





ALPER TURGUT

Gayet yetenekli, üstelik başarılı ve arı gibi çalışkan bir adam... Yönetmen ve müzisyen Selim Demirdelen’den bahsediyoruz. Klipten diziye, filmden reklama... Onun üretim yelpazesi anlaşılacağı üzere hayli geniş... Geçtiğimiz günlerde “Dut Ağacı” adlı albümünü müzikseverlerle paylaşan Demirdelen, bugüne dek 200’ün üzerinde reklam filmiyle, 100’ü aşkın reklam müziğine de imzasını attı. Reyting dünyasında yer almak istemeyen ve TV dizisi çekmeyeceğini söyleyen Demirdelen, reklam yönetmenliğini ise sinema ve müziğe yatırım yapabilmek için sürdürdüğünü vurguluyor. Selim Demirdelen’in tek amacıysa reklam estetiği ile sinema dilini kaynaştırıp gerçeklik duygusundan kopmayan kaliteli ve samimi projelere hayat verebilmek.


—“Dut Ağacı” albümü nasıl oluştu, tarzı nedir ve kimlerle çalıştınız?

Bu albümü yapma fikri, aslında 20 yıl evvel zihnimde oluşmuştu, beş, altı sene önce de harekete geçtim. Sonra bilgisayar çöktü, ne varsa uçup gitti. En nihayetinde bitsin artık dedik ve süreci hızlandırdık. Albümün belli bir tarzı yok, para kazanmak için de yapılmadı. Dut Ağacı’na benim için çok değerli olan insanlar katkı sağladılar. Enstrümanları, sesleri ve sözleriyle... Albümdeki 10 şarkıyı, Levent Yüksel (üç), Aylin Aslım (iki), Koray Candemir, Özge Fışkın, Melis Danismend, Sezgi Olgaç ve Adile Yadırgı yorumladı. Şarkı sözlerinin ikisini ben yazdım diğerleri ise Neşe Şen, Ümit Ünal, Ete Kurttekin, Ömer Hayyam ve Nazım Hikmet‘e ait. Dut Ağacı, tam manasıyla müziğe gönül verenlerin albümü oldu.

Albümdeki şarkılara klip çekmeyi düşünüyor musunuz?

Evet, 10 parçaya 10 klip çekilecek. Ancak kendim çekmek yerine, büyük kentlerin dışındaki okullarda okuyan sinema öğrencileri klipleri yönetsin istiyorum. Kültür Üniversitesi’nde sinema dersleri veriyorum ve görüyorum ki; gelecek adına umudumu tazeleyen nice yetenek yetişiyor. Ayrıca bu yıl jürilik yaptığım kısa film yarışmalarında, gençlerin çok iyi işler çıkardığını gördüm. Hatta aralarında bir yönetmen olarak kıskandığım filmler bile vardı.

—“Bıçak Sırtı” adlı hemen hemen herkesin beğendiği bir diziyi yönettiniz. Gelecekte de TV dizisi projelerinde yer alacak mısınız?

Dizi çekerken hiçbir şeye vakit kalmıyor ki... Ve en önemlisi ben reytingi değil, kaliteyi önemsiyorum. Sinema estetiği ve gerçeklik duygusunu da... Ve ortaya çıkardığınız iş, öncelikle doğru, dürüst ve samimi olmalı... Sektördeki mevcut koşullar değişmediği sürece TV dizisi çekmeyeceğim. Türkiye’de yılda 80 dizi çekiliyor, sormak lazım acaba o kadar yönetmen ve görüntü yönetmeni var mı? Üçüncü asistan bir bakmışsınız ki; ertesi yıl bir dizinin yönetmeni olmuş. Amaç salt para kazanmak ise zaten reklam çekiyorum. Reklamdan kazandığımı da müziğe ve sinemaya yatırırım, olur, biter. Bıçak Sırtı projesi bana gelmeden önce dizi çekmeyi düşünmüyordum. Ama çok büyük oyuncular ve mükemmel bir ekip ile çalışmak istedim. Benim için iyi bir deneyim oldu. Tek sezonda 30 bölüm çektiysek, 70, 75 dakikadan hesaplarsanız, neredeyse 30 tane uzun metrajlı film eder. Bıçak Sırtı’nın senaristleri insaflıydı, bir bölümü 65 sayfada bitiriyorlardı. 120 dakikalık dizilerin varlığı hepimizin malumu...

—Müzik sevdasına ne zaman yakalandınız?

1969 yılında Almanya’da (Stuttgart) doğdum. Ben 10 yaşındayken Türkiye’ye döndük. İstanbul Erkek Lisesi’nde okurken arkadaşlarla birlikte rock grubu Seth’i (Eski Mısır Medeniyeti’nin kötücül tanrısı) kurduk. Grubun üyeleri arasında benim dışımda Alpay Salt
, Ete Kurttekin, Cenk Öz, Cumhur Erkut, Memet Güzelbeyoğlu ve Mert Kesler vardı. Gruptaki arkadaşlarımın bir kısmı müziğe profesyonel olarak devam ediyorlar. Müzik liseden sonra da hayatımdan çıkmadı. Aslına bakarsanız reklam sektörüne de ses teknisyeni olarak girdim. Ardından 2002 yılında ilk kişisel albümüm “Beat Bazaar”ı çıkarttım. 2007’de yönetmen Serdar Akar’ın “Barda” adlı filminin müziklerini yaptım, Üçnoktabir’in “Sabaha Karşı” albümünün prodüktörlüğünü üstlendim.

—Peki, üniversite...

İstanbul Erkek Lisesi’nden sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Bölümü’nü kazandım ve oradan mezun oldum. Ancak yaşamımı iktisatçı olarak sürdüremeyeceğimi biliyordum. 1993’te ilk kısa filmim “Makinist”i (Emek Sineması’nın makine dairesinde çekilmiş) ardından da “Hasret” ve “Çevre” çektim. Sinema eğitimi için kısa süreliğine New York Üniversitesi’ne gittim. Orada sinema kursuna devam ettim ama verdikleri eğitimin aynısı Türkiye’de de vardı. Yani umduğum ve beklediğim gibi değildi. New York Üniversitesi’ndeki bitirme ödevim de 1996’da çektiğim 5 dakikalık kısa film “The Daydreamer” (Hayalperest) idi. Filmim, New Yorklu bir evsizin öyküsünü içeriyordu. Türkiye’ye dönünce Bilgi Üniversitesi’nin Sinema/TV bölümünde yüksek lisans yaptım.


—Sizin önceliğiniz sinema mı yoksa müzik mi?

Hem müzik hem de sinema asla birbirlerinden çalmıyorlar. İkisinin de büyüsü başka başka... Her ne kadar sinema ekip, müzik ise tek başına da yapabileceğiniz bir iş olsa da, farklılıkları onları eşit derecede sevmeme engel değil.

—Albüm çıktığına göre sırada film var diyebilir miyiz?

Beş yönetmenin beş ayrı masala hayat verdiği (Demirdelen’in komutasındaki bölümün adı “Külkedisi” idi) “Anlat İstanbul”u saymazsak bu yıl ilk uzun metrajlı filmimi yöneteceğim. (Selim Demirdelen, Türk Sineması’na adını altın harflerle yazdıran “Eşkıya”nın yönetmen yardımcısıydı) Yaz aylarında bir roman uyarlamasını filme çekeceğiz. 2010 için de biri diyalogsuz doğaçlama iki film projem daha var. Kafamda duruyorlar ve henüz kimseyle paylaşmadım.



Fotoğraflar: UĞUR DEMİR



Cumhuriyet Gazetesi Hafta Sonu Eki / 06 Haziran 2009