18 Ağustos 2010 Çarşamba

Turizm, Ege’yi birleştiriyor



ALPER TURGUT

Turizm gelirinin ülkeler için önemi çok büyük, geçen yıl Türkiye’ye gelen 26 milyon turist, 21 milyar dolardan fazla bir para bıraktı. Vizelerin kaldırılmaya başlanması ile bu sayı ve ülke kasasına girecek para daha artacak, hiç kuşkusuz. Ancak aklımıza takılan bir soru var. Denizlerin ülkesi Türkiye’nin neden bir tane bile yolcu gemisi yok? Oysa işçilerin kanı pahasına gelişen tersanelerimizle övünürüz, ultra lüks yatlarından dev petrol tankerlerine dek her türlü deniz taşıtını inşa ederiz. Üstüne limanlarımıza uğrayan büyük yolcu gemilerinin haberlerini de okuruz. Umarız, gelecekte bizim de dünyanın dört bir yanına ulaşabilen yolcu gemilerimiz olur. Bu yıl yerli Cruise Holidays firması, bir ilke imza atarak dört aylığına Portekiz bayraklı kruvaziyer gemisi Ocean Majesty’i kiraladı ve bizim turistleri, vizesiz Yunanistan ve adalarına doğru taşımaya başladı. Komşuya ziyaretçi akını sürüyor, bu yolculuğa katılacak Türk turist sayısının bu yıl 20 bini, toplam kruvaziyer yolcusu sayısının ise 30 bini bulması bekleniyor.

Şu ana dek dokuz bin yolcuyu Ege’nin karşı kıyısına taşıyan Ocean Majesty’e biz de bindik, İzmir’den demir alıp, Selanik, Pire, Atina, Santorini, Mikonos hattında mekik dokuduk. Altı katlı gemide, çoğunluk 55 yaş üstü yolculara aitti, en mutlular ise havuzun başından ayrılmayan çocuklardı. Kumarhanesinden free shop alışverişine, sinemasından animasyon ekibinin gösterilerine dek yolculuk sırasında herkes kendine uygun bir meşgale buldu. Bizim İzmir’den tam 14 saat sonra gemi, küçük İzmir de denilen Selanik’e yanaştı. Elbette ilk durak, Atatürk’ün doğduğu ev, yüzlerce yolcu, gruplar halinde Türk başkonsolosluğunun bahçesindeki evi ziyaret etti, duygusal anlar yaşandığı bir gerçek. Beyaz Kule, Eski Türk mahallesinin üstündeki surlardan kente kuş bakışı, bir iki Osmanlı hamamı, caddelerinde göğüs dekoltesi ile podyuma çıkmış gibi yürüyen güzel kadınlar, ellerde milli içecek haline dönüşmüş buzlu kahve frappe. Selanik güzel bir kent, inci gibi dizilmiş balkonlu evleri ve görece sakinliğiyle ancak sanki bir şeyler eksik, ruhunda veya aromasında kayıplar yaşamış, yüz yıl öncesinin çok renkliliğinden eser kalmamış.




Gemi ertesi sabah Pire’ye yanaştı, Selanik’ten sonra ülkenin üçüncü büyük kenti Pire, beş milyonluk Atina’nın büyüyüp denize doğru meyletmesi nedeniyle başkentin limanı haline dönüşmüş. Adları değiştirilmiş olsa da Türk Koyu, Paşa Limanı hala halkın dilinden düşmemiş. Limandan iner inmez taksiciler etrafınızı sarıyor, taksimetre açtırırsanız 10 avro ile kurtarabilecekken pazarlık yaparsanız birkaç kat fazla ödemek zorunda kalabilirsiniz. Neden mi? Kendi aramızda Türkçe konuştuğumuzu duyan bir Yunanlı imdadımıza yetişti, ondan öğrendik. Ülkeyi yedi yıl inim inim inleten ünlü Albaylar Cuntası’na karşı (darbeciler, tüm ada evlerini, milliyetçilik rüzgarıyla mavi beyaza boyatmış ve farklı renkleri yasaklamıştır), Politeknik öğrencilerinin, 17 Kasım 1973’teki büyük direniş ve ayaklanmalarının ruhu, başkente hala hâkim. Komünist ve anarşistler, her an eylem yapmaya hazırlar, üstelik Atinalıların desteğini de almışlar. Atina’da gezecek yer çok, başta tüm kenti doruktan seyreden Akropol olmak üzere, eski Yunan medeniyetinin izleri bariz ortada. Arka sokaklara gittikçe ekonomik krizin yansımaları belli oluyor, Afrikalı göçmenler ve dilenciler hemen her yerdeler.

Sırada Santorini var. Bu katırları, eşekleri ve manzarasıyla meşhur volkanik ada, Hollywood ünlüleri George Clooney ile Angelina Jolie-Brad Pitt çiftinin kendilerine ev almasıyla adeta bir cazibe merkezine dönüşmüş durumda... Adanın en iyi fotoğraf veren noktası İa (Oia) köyü, konaklama fiyatlarının astronomik olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım. Tepelere ulaşım teleferik, farklı limanlardan kalkan otobüsler ve katırlarla sağlanıyor. Ülkemizde birçok kentin havalimanı yokken, ada da havaalanı var, işte turizme verilen önem burada başlıyor. Yunanlılar, İspanyol ve İtalyanlar gibi siestadan vazgeçemiyorlar, kendileri yatıyor, Arnavutlar, Filipinliler ve diğer milletlerden insanlar ucuz iş gücüyle hayatlarını idame ettirmeye çabalıyorlar. Akdenizlilerin boş vermişlik hali bu, gözden kaçmıyor. Santorini şarabıyla meşhur, bu tatlı beyaz şarap, turistler tarafından kapışılıyor. Volkanik kayaların rengine göre, beyaz, kırmızı ve siyah plajlar, seçmek size kalmış.

İzmir’den önce uğranılacak son ada, Mikonos. Eşcinsellerin uğrak noktası... Santorini kafa dinlemek için ideal, Mikonos ise tam tersi, salt eğlence diyenlere hitap ediyor. Ona günah adası diyorlar. Beş bin beş yüz kişi nüfuslu 85 kilometrelik bu çılgın ada, yazın 15 plajıyla on binlerce kişiyi ağırlıyor. Ancak şunu da belirtmek gerekiyor, bu adalar gerçekten pahalı, Türkiye’den akın var ama bunlar, maddi durumu iyi olanlar, paran yoksa zaten tatil nedir ki ve aslında hepimiz eşitiz değil mi?

Cumhuriyet Gazetesi Turizm Eki

8 Ağustos 2010 Pazar

Belanın sevdiği adam





ALPER TURGUT

Coen kardeşler, istisnasız her şeyle dalgalarını geçtiler ve bitti sanmıştık. Ne gezer. Kendi çocukluklarını es geçmişiz, biraderler, kara mizahla harmanladıkları, absürtlük, bıkkınlık ve yılgınlık ile körükledikleri, üstelik din motifli, tuhaf ve kişisel bir dönem filmini inşa edivermişler bile. “Ciddi Bir Adam” (A Serious Man), yaşadıkları, pişmiş tavuğun başına gelenlere rahmet okutan bir aile babasını anlatıyor, bela bu adamı gerçekten çok seviyor. Çok üstüne gitmişler çok, darmadağın etmişler herifi (Coen kardeşlerin babası olsa gerek), yazıktır ve devamında günahtır.

“Kansız”, “Miller’s Crossing”, “Barton Fink”, “Bir Şirket Komedisi”, “Fargo” (külttür), “Büyük Lebowski” (tek geçerim), “Orada Olmayan Adam”, “Nerdesin Be Birader?”, “Dayanılmaz Zulüm”, “Kadın Avcıları”, “Aramızda Casus Var”, “İhtiyarlara Yer Yok” ... Joel Coen & Ethan Coen varsa hizmette sınır yok. Eğlenceyse eğlence, düşündürtmekse o da var ve artık şüphesiz usta kategorisindeler. Coen biraderler, Ciddi Bir Adam’ı hafif ama karanlık bir dönem filmi olarak tanımlıyorlar. Filmin başrollerini Michael Stuhlbarg, Richard Kind, Fred Melamed, Sari Lennick ve Adam Arkin omuzluyor. Oyuncular tek kelimeyle şahane, layıkıyla görevlerini yapıyorlar.

OTURAKLI BİR FİNAL BEKLEYEN AVUCUNU YALAR

Film, evlilik kurumunu hırpalıyor, Yahudi cemaatini tiye alıyor, sistemi kurcalıyor, vs. Etik, ahlak ve kuru gürültü. Düzensizliğin düzeni, yozluk ve fırtına... Sıkışmışlık hissi, yalnızlık ve çaresizlik... Hah final minal de beklemeyin ve asla ne oldu şimdi demeyin. Eksiklik hissi mutlak, hiçbir şekilde akıcı değil, bunaltmaya ve huzursuz etmeye baştan razı... Bu tekinsiz film, 6 Ağustos günü vizyona girecek, bir kısım sevecek, geri kalanı nefret edecek. Ben mi? Kendi adıma hayli deneysel, ince esprili ve özgün bulduğum Ciddi Bir Adam’ı, cidden çok beğendim.

ZAVALLI KAHRAMANIMIZ FİZİKÇİ GOPNİK

Yaman bir ıssızlığı, kasaba ölçeğinde zihnimize sokuşturan film, 1967 yılının Minnesota’sında geçiyor. Vaat edilmiş toprakların bir hayli uzağındaki bu Yahudi kasabası, inanın resmen karabasan gibi... Ancak başa dönelim, birkaç dakikalık bir giriş bölümü var ki, tam evlere şenlik. Aslında o istikamette ilerlese değişik bir yapıt ile haşır neşir olurmuşuz, neyse... Biz, öykümüze ve kahramanımız fizik profesörü Larry Gopnik’in uğursuz yaşam kesitine geri dönelim. Öncelikle zavallı Gopnik, meteliğe kurşun atmaktadır, Uzakdoğulu bir öğrencisiyle başı derttedir, terfisini istemeyenler vardır, hastaneye kontrole gitmiştir (burada da bir pis bir durum var sanki), sorun yumağı evlatlar, oğlu Danny ile kızı Sarah da cüzdanından para aşırmaktadır. Bitti mi? Yok, daha yeni başlıyor. Aylak ve hasta kardeşi Arthur, sürekli başına işler açmaktadır, kâh kumar oynamaktan kâh tacizden dolayı yakalanmaktadır. Polis, fakirhanelerinin kapısını adeta yol eylemiştir. Ve asıl bomba, çok sevgili eşi Judith’in, onu hımbıl, üçkağıtçı ve antipatik bir tip olan Sy Ableman uğruna boşayacak olmasıdır. Hatta Judith ile Sy ikilisi, Larry ve ağabeyi Arthur’u evden de sepetlemek isterler. Komşunun uyuşturucu müptelası seksi karısı da hikâyeye dalmakta sakınca görmez.

HAHAM DERDİME BİR ÇARE...

Şimdi Yahudi cemaati içerisinde dini esaslara dayalı bir boşanma gerekmektedir ve bizim fizikçi, (avukat bile bir yere kadar) üç hahama başvurma kararı alır. İlk haham gençtir ve dünya yansa umurunda değil gibidir, ikincisi boş boş konuşur, anlattığı öykü, bir tür şizofrenik sayıklamadır. Zaten filmdeki herkes bir gariptir, üzerinde durmaya değmez. Üçüncüsü ise en zorlusudur, öyle yaşlıdır ki, ulaşmak mümkün olsa dahi bunadığı su götürmez bir gerçektir. Anlaşılacağı üzere, dini otoriteden yardım ummak, Godot’u beklemek kadar sonuçsuz bir süreçtir. Topyekûn çaresiz ve pasifliği ile çıldırtan Larry, giderek daha da çamura batmaktadır, istisnasız her geçen an aleyhine işlemektedir. Kendisinin bile inanmadığı kurtuluş ise kabul buyurun ki, uzak bir düştür. Evet, karmaşa salt karmaşa... Ve film ne anlatıyor dediğinizi duyar gibiyim, gerçek hayatta bazen izahı olmayan bir kara mizah değil midir?