31 Aralık 2010 Cuma

“Şeylerin Boktanlığı”, Roy Orbison ve “Çölde Kutup Ayısı”



ALPER TURGUT


29. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde, Şakir Eczacıbaşı anısına verilen “Altın Lale Uluslararası Yarışma Ödülü”nü kucaklayan “Şeylerin Boktanlığı” (De Helaasheid Der Dingen), nihayet dokuz ay sonra 21 Ocak 2011 günü tam üç (3) kopyayla, “Çölde Kutup Ayısı” adıyla vizyona giriyor. Bahtsız Bedevi ile çöldeki Kutup Ayısı'nın ilişkisi elbette namahreme giriyor ve böyle ‘boktan şeyler’, nitekim bizi ırgalamıyor. Şaka bir yana, Şeylerin Boktanlığı, gerçekten şiir gibi bir film. Sert, haşin ve hüzünlü… Hınzır, edepsiz ve gülünç… Lümpen ve kaybeden… Zarif ve kaba saba… Evet, evet, bu film, ziyadesiyle aykırı, tipik bir ayrıksı ve tam tekmil öteki… Tutunamayanlara ve zavallı masumiyetimize dair…

Belçika'nın yeni kuşak yönetmenlerinden Felix van Groeningen, “Steve + Sky” (2004) ve “With Friends Like These”in (2007) ardından 2009'da Şeylerin Boktanlığı ile bizlerden kocaman bir alkış alıyor. Dimitri Verhulst'un kitabından uyarlanan filmin senaryosu ise Christophe Dirickx ve yönetmenimiz Felix Van Groeningen'e ait. Şeylerin Boktanlığı, nam-ı diğer Çöldeki Kutup Ayısı'nın belli başlı rollerinde, Kenneth Vanbaeden, Valentijn Dhaenens, Koen De Graeve, Wouter Hendrickx, Johan Heldenbergh, Bert Haelvoet, Gilda De Bal ve Natali Broods var.


Film, resmen kadife sesli ünlü ABD’li şarkıcı ve söz yazarı Roy ‘Kelton Orbison’a (1936 – 1988) adanmış, hani “Only the lonely” ve “Pretty woman”ı yaratan adama. Karısını motosiklet kazasında, iki oğlunu da yangında yitiren kaderin sillesini yemiş Orbison ile filmin marjinal kahramanları, duygudaşlık kurarlar. Bu özdeşleşme o denli yoğundur ki; Orbison battığında, onlar da çuvallar, yükselişe geçtiğinde, mutlu ve güzel günler kapıdadır.


Kahramanlarımız derken, 13 yaşındaki Gunther’in, alkolik babası ile delibozuk üç amcasından söz ediyoruz. Belçika’da el kadar bir kasabada, yoksul, cahil ve çılgın dört koca adam, ana ocağına geri dönmüştür. Melek muadili pamuk gibi bir anne, bu baş belası tiplere, adeta kol kanat germiştir. Küçük Gunther, tuhaf, tatlı ve ıstıraplı ergenlik yıllarını, işte bu dingonun ahırında geçirecektir. Arada kadın gibi giyinerek partilere koşan, çırılçıplak bisiklete binen, en çok alkol tüketme yarışlarına katılan, uluorta seks yapan, annelerinin astığı çamaşırlara pislediği için komşunun kuşlarını tüfekle vuran, kumarbaz, ağızları bozuk, kavgacı ve büyümemeye yeminli çocuklar bunlar. Aslında Strobbe’ler, birbirlerine sımsıkı bağlı, tertemiz kalpli adamlar, zararları daha çok kendilerine ama Gunther’in de hayatını mahvediyorlar, haberleri bile yok. Filmde bir sahne var; oğullarından birinin kumar borcu yüzünden eve haciz memuru gelir, annenin tek keyfi, TV izlerken uyumaktır. Memur, dört iriyarı çocuktan ürkmesine rağmen, fakirhanede işe yarar tek şey olan, televizyona göz dikmiştir. O esnada anne, televizyonun tozunu almaya başlar, oğulları ona çıkışır ve anne yanıt verir; “Böyle tozlu tozlu verilmez, ayıptır”. Öyle işte, hem absürt hem de ana gibi sıcak bir film bu.


Arada Gunther’in yetişkin olduğu döneme geçeriz, sorunlu çocuk ve sorunlu büyük çocuk Gunther diye iki koldan ilerler yapım. Bizim delikanlı, yazar olmak istemektedir, anlatmak istediği yegâne şey ise aylaklıkla örülü kendi öyküleridir.


Yaşamı anlatıyor bu film, kâh acıtarak, kâh okşayarak. Günlük hayatın gülünçlüklerini, kapitalizme küfreder gibi, sarhoş eder gibi kurguluyor. Oyunculuklar nefis, öykü bildik, kirişi kırmak ve şans kapısını aralamak, basitliğinde, özetle. Arada çaktırmadan siyasi mesajlar da veriyor, kadın-erkek ilişkilerini, çocuk dünyasını, evlat sevgisini, pek çok iğrençliği ve anlamlı-anlamsız her şeyi ne de güzel harmanlıyor. Ezcümle; bu film kaçmaz.


Ne hakiki, ne de sahte; ‘Aslı Gibidir’



ALPER TURGUT


2010’u, yedi yeni film ile uğurluyoruz. İçlerinden en iyisi ise İranlı usta Abbas Kiarostami’nin yazıp, yönettiği “Aslı Gibidir” (Certified Copy), kesinlikle. İtalya’yı fona oturtan İranlı yönetmen, sanat ile hayatı harmanlıyor, kadın-erkek ilişkisinin, dillerin ve milliyetlerin ötesinde, evrensel bir kimliği olduğunu fısıldıyor. Üstelik bu ilişkinin gerçek olması da şart değil, ama hiçbir şekilde sahte de değil. Hani orijinale yakınlığı onaylansın ve belli bir resmiyet kazansın diye “Aslı Gibidir” damgası vurulur ya, işte o hesap. Filmi, ünlü Fransız aktris Juliette Binoche ile daha önce oyunculuk deneyimi olmayan İngiliz opera sanatçısı, bariton William Shimell sürüklüyorlar. Oyunculuk adına müthiş bir iş… Hatta Binoche, Cannes Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Bu performans, hak ediyor, emin olun.

James Miller (Shimmel), Toscana’ya sanat tarihi üzerine yazdığı kitabını imzalatmaya gelmiş bir yazardır, Elle (Binoche) ise memleketi Fransa’yı terk ederek İtalya’ya yerleşmiş ve sanat galerisi açmış bir çocuk sahibi bir kadındır. Elle, James’e hayrandır, ona şaraplarıyla meşhur Toscana’yı gün boyu gezdireceği için heyecanlı ve mutludur. Tanışma faslından sonra saatler ilerledikçe yakınlaşır ve kaynaşırlar, gerçekliği sorgularlar, hayattan, sanattan ve ilişkilerden konuşurlar. Sonra karı koca rolüne soyunurlar. Yeni mi tanıştılar, yoksa yıllardır bir aradalar mı? Her şey karmakarışık bir hale gelir. Bu yeni başlangıçtır belki de, ya da tükenen bir ilişkinin son demleri. Tartışırlar, küserler, yalnızlıklarına çare, aşka bahane ararlar. Ne hakikidir, ne kopyadır, ne gerçektir ne de sahtedir, hayat bazen “Aslı Gibidir”. Bu güzel film, ne yazık ki, iki kopyayla gösterime giriyor. Yine de kaçırmamalı.


HAYDE BRE


Orhan Oğuz’un filmlerine karşı son dönemde oluşan önyargımı yıkan yapımdır, “Hayde Bre”. Antalya ‘Altın Portakal’ Film Festivali’nin yarışmacılarından olan bu seyirlik, bazı kötü oyunculuklar, kimi karakterlerin altının boş olması, tekrarlar ve küçük aksaklıklar dışında beğenimizi kazandı. Büyük kentte adeta boğulan eski pehlivan Şaban Aga rolündeki Şevket Emrulla ile üç çocuklu, kocası felçli, İstanbul’da hayata tutunmayı çabalayan Balkan göçmeni Saadet karakterini canlandıran Nilüfer Açıkalın, gerçekten iyi oynamışlar, solcu rolündeki İlker İnanoğlu ise filmin yumuşak karnı, resmen olmamış, tökezlemiş, iğreti durmuş. Orhan Oğuz, 10 yıldır üzerinde çalıştığı bu projeyi, kendi çocukluğundan yola çıkarak oluşturmuş. Makedonya ve İstanbul arasında mekik dokuyan film, gurbette olmak, sıla özlemi, yalnızlık, çaresizlik, kesişme, yoksulluk ve yoksunluk üzerine. İzlemeye değer.


MEMLEKETİN ‘SİNEMA’ MESELESİ

“Memlekette Demokrasi Var”ın şokundan yeni kurtulmuştuk ki, karşımıza bu kez “Memleket Meselesi” çıktı, tamam, memleketi sürelim beyazperdeye lakin sinemaya dair bir meselemiz de olsun. Ne yazık ki; Yok… Ahmet Uğurlu ve Füsun Demirel, bu memleketin en iyi oyuncularından, hiç şüphesiz, ancak onlar ne yapsın senaryo zaaf taşırken. Siyasi mesaj, sululuktan okunmuyor, bir eğitim emekçisinin, polisten yediği tokat ve devamında gelişen olaylar, seyirciyi etki altına almıyor. Dizilerden gelen ve ilk kez bir sinema filmi yöneten İsa Yıldız, umarım gelecekte TV’den beyazperdeye sağlam bir geçiş yapar. İşte tam da bu yüzden, noksanlıkları, acemiliğe verelim ve daha fazla da detaya inmeyelim.


KÜÇÜK ÜLKENİN ZAMANE DEVİ


“Gulliver'in Gezileri” (Gulliver's Travels), eski bildik öyküye sırtını dönmüş, üç boyutlu bir asri zamanlar masalı. Gülüver, güldürüver, gülücükver, güdüver gibi abuk sabuk ve bin kez tekrarlanmış kelime oyunu odaklı anti-espri girişimleriyle bu filmi anlatmayacağız, rahat olun. Öncelikle Gulliver’in 285 yıllık harika serüvenini, kendince modernize eden ve popüler kültür öğeleriyle bezeyen bu yapım, hem derinlikten yoksun, hem de kopuk kopuk. Klasik bir uyarlama, kendi adıma tercihimdir, itici bir tip ve zorlama bir komik olan Jack Black’in Gulliver rolüne soyunması ise film adına büyük bir şansızlık. İrlandalı yazar Jonathan Swift’in klasik eserinden uyarlanan filmi, çektiği animasyonlarla (Monsters vs Aliens ile Shark Tale) tanınan Rob Latterman yönetti. Filmin belli başlı rollerinde, Jack Black dışında Emily Blunt, Jason Segel, Amanda Peet ve Billy Connolly var. Sevda uğruna, Bermuda Şeytan Üçgeni’ne doğru yola çıkan Gulliver, kendini minicik insanların vatanı Lilliput’ta bulur. Evet, kesinlikle önermediğimiz bir film bu, kısaca zaman kaybı.


KUKURİKU: KADIN KRALLIĞI


Müsamere muadili “Kukuriku: Kadın Krallığı”nı Hasan Özsoy yazdı, Serkan Ok yönetti. Filmin oyuncu kadrosu ise şu isimlerden oluşuyor; Levent Ülgen (Kaldıray), Didem Erol (Kodurgalı), Ali Düşenkalkar (Dübürük), Serap Aksoy (Zambak), Ceren Soylu (Ambar), Çağıl Taşbaşı (Kadife), Necip Memili (İmdat), Ayşen Gruda (Sülüklü Albız), Cenk Gürpınar (Abış), Melike Öcalan (Perihan), Bahattin Doğan (Babaruhi), Ayta Sözeri (Beton), Ufuk Karali (Dursun), Hüseyin Akşen (Göbelek) ve Göksel Bekmezci (Yeter). Hiç üşenmedim ve neredeyse tüm oyuncuları yazdım, çünkü üstüne konuşacak fazlaca bir şey yok. İktidar kadına geçince ne olur? Elbette, kadın, erkekleşir. İşte bu minvalde ilerleyen kötü, abartılı ve bel altı bir masal, Kukuriku, tam olarak. Kukuriku gibi filmleri çekmeye devam edersek, sittin sene, “Şalvar Davası”nı da, “Kibar Feyzo”yu da aşamayız. Tavsiye etmiyoruz.


ÇAPKINLAR DA DUVARA TOSLAR


“Hallam Foe”, “Asylum” ve “Young Adam-Tutku Nehri”nin İngiliz asıllı yönetmeni David Mackenzie, “Çapkın” (Spread) ile Hollywood’un, jigolo hikâyelerinden asla vazgeçmeyeceğini bizlere yeniden hatırlatıyor. Bu kez jigolomuz Ashton Kutcher, hani fena da oynamamış. Ayrıcalıklı bir hayat için karizmasını, yakışıklılığını ve doğal olarak bedenini, zengin kadınlara sunan Nikki, Los Angeles’i mesken eylemiştir. O, lüks yaşam için kadınları fetheder, yaman bir avcıdır, avlananlar ise kalpleri kırılana dek bundan hoşnuttur. Eğlence, keyif, zevk sürer gider, ta ki jigolonun “asla âşık olma” kuralı yıkılana dek. Hele bu sevda öyküsünde, karşı taraf senin kadın bir benzerinse, yandın demektir. “Şampuan”, “Tiffany’de Kahvaltı” ve “Amerikan Jigolo”nun izinden giden Çapkın, öyle ahım şahım bir yapıt değil, şaşırtmıyor, sürüklemiyor, sarsmıyor. Konu ilginizi çektiyse gidin, yoksa boş verin derim.


YAPILMIŞI VARDI ZATEN


Hollywood işi “The Experiment”, Alman yönetmen Oliver Hirschbiegel’in 2001’de çektiği meşhur ve güzelim “Deney”in (Das Experiment) yeniden çevrimi, özetle. Her ne kadar Adrien Brody ve Forest Whitaker gibi Oscar’lı iki aktörü, mahkûmlar ve gardiyanlar içerikli kanlı deneyinin odağına oturtsa da, eski versiyonunun etkileyiciliğinden fersah fersah uzakta, bu yapım. Önerimiz, Almanya orijinli asıl filmin DVD’sini alıp, izlemeniz yönünde. Zaten yapılmışı var, üstelik tokat gibi bir film, kötü bir taklide şans tanımamak gerek.

7 Kasım 2010 Pazar

Cesur, güzel ve Akdenizli...



ALPER TURGUT

Altın Portakal'da yarışan Ali İlhan idaresindeki “Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak” adlı filmde Sicilyalı fettan dilber Valentina’yı canlandıran Lavinia Longhi, olaylı festivalin en güzel yüzüydü, hiç kuşkusuz... İri ve dolgun dudaklar, ateşli gözler, Akdeniz sıcaklığı ve sıfır ego, bu genç kadını fark etmemek mümkün değildi. Lavinia'nın yaşıtı olan bizim yerli yıldızlarımız, ondan ders almalılar. Çünkü onlar, kasıntı, şımarık ve kendini beğenmiş gibi yaftalar edinmekte son derece ısrarcı ve hünerliler, ne yazık ki... Neyse... İtalyan Sineması'nın genç yeteneği Lavinia, ülkesinde geleceğin Ornella Mutti’si olarak anılıyor. İki yıl önce tartışmasız dünyanın en güzel kadınlarından yurttaşı Monica Bellucci ile “Sanguepazzo” adlı filminde, lezbiyen sevişme sahnelerinde karşılıklı oynayan Lavinia, en iyi kadın oyuncu dalında Altın Portakal'a uzanan efsanevi Claudia Cardinale ile aynı filmde yer almaktan son derece memnun. Lavinia, İtalya'da hayli tanınan Ferzan Özpetek'ten daha çok “Duvara Karşı”dan beri hayranı olduğu Fatih Akın’ı beğeniyor ve onun çekeceği bir filmde oynamak istiyor. Röportaj biterken, hiç Türkçe bir kelime öğrendiniz mi? diye soruyoruz, yanıt gecikmiyor; o, bize, Sezen Aksu’nun “Gidiyorum Bütün Aşklar Yüreğimde” şarkısını söylüyor.





-Bugüne dek kaç filmde rol aldınız ve sevişme sahneleri sizi zorluyor mu?

Her şeyi kısaca anlatmak kolay değil. Bugüne kadar altı sinema filminde rol aldım. Mesela Sanguepazzo gerçekten önemli bir çalışmaydı, Monica Belluci gibi büyük bir isimle çalışmak ise onur vericiydi ama şimdi düşününce o tarihte oldukça deneyimsiz olduğumu görüyorum. Konu cesaret değil, oyuncu olarak her türlü sahneye zaten varım. Sevişme sahnelerini çok sevdiğim söylenemez ancak rol neyi gerektiriyorsa onu yaparım. Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak ise benim kendimi daha rahat, hazır ve başarılı hissettiğim bir film oldu. Ali İlhan'ın senaryosunu okuduğum için tüm sahneleri biliyordum ama yine de sevişme sahnelerinde çok çıplak kalmak istemediğim konusunda yönetmenle pazarlık yaptım. Bu yüzden sevişme sahnesinde yakın çekim yapıldı, beni sadece sırtımdan gördüler. Çekim sırasında sette sadece yönetmenimiz Ali İlhan, Claudia Cardinale, İsmail ve ben vardık. Buna karşın sinemada o sahneyi ilk defa görünce utandım. Yeni bir ortam ve başka bir ülkede olduğum için elbette çekingenliğim vardı, yanlış anlaşılmadığını görünce rahatladım.

-Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak'ta en başından hangi rolü üstleneceğiniz belli miydi ve karaktere neler kattınız kendinizden?

Ya rahibeyi canlandıracaktım ya da Valentina'yı... Ama rahibe olmak istemiyordum. Kuzey İtalya’da doğdum, güneyin lehçesini, Sicilyalı'yı oynayabilmek için bir süre ders aldım. Lavinia’dan yüzde 30 koydum o karaktere... Ben asla tamamen Valentina gibi olamam.

-Filme nasıl dahil oldunuz?

Roma'dayken ajansım “Tükiye'den bir film için oyuncu arıyorlar” diyerek beni bilgilendirdi. Onlar, menajerimle görüştüler ve yönetmen showreel'imi izledi. Sonra bana senaryoyu yolladılar ve gerçekten çok hoşuma gitti. Yapımcıyla konuştuğum zaman “İstanbul'a gelmek ve çalışmak istiyorum” dedim. Sinyora Enrica sayesinde çocukluğumdan beri kurduğum İstanbul’a gelme hayalim gerçekleşmiş oldu. Asya’ya hep ilgi duydum, belki de yarı İtalyan, yarı Karadağlı olduğum için...

-Claudia Cardinale...

Claudia Cardinale, İtalyan Sineması'nın efsane isimlerinden. Sergio Leone nasıl sinema tarihinin bir parçasıysa Cardinale de öyle. Muhteşem bir tecrübe oldu. Bu film beni büyüttü. Sanki ben de sinema tarihine girmiş gibi oldum. İnanılmaz güzel bir duygu. Böyle bir isimle bu kadar uzun ve derin sahneleri paylaşmak benim için büyük bir şanstı. O yaşına rağmen bir kez olsun kötü bir laf etmemesi, bir yorgunluk belirtisi göstermemesi, hiç şikâyette bulunmaması benim için gerçekten hayat dersi oldu.

-Türk Sineması'nın genç kuşak aktörlerinden İsmail Hacıoğlu ile karşılıklı oynadınız...

İsmail ile hiç diyaloğumuz yok. Çünkü ortada bir lisan bariyeri var. Benim Türkçem ve İngilizcem yok, o da İtalyanca bilmiyor. Ama kamera karşısında o bariyerlerin hepsi kalkıyor. Çünkü gözlerimize bakınca ne yapmak istediğimizi biliyorduk. Galibada başarılı da olduk. Filmde aynı dili konuşmayan insanların hikâyeleri anlatılırken, gerçekte de bu yaşandı.

-Klasik bir soru, oyunculuk çocukluk düşünüz müydü?

Aynen öyle, çocukluğumda başlayan bir rüya idi oyunculuk... Hep ilgimi çekti, kuzenim dansçıydı ve beni tiyatroya götürüyordu. Tiyatroda çok mutlu oluyordum. Aslında benim tiyaroya büyük aşkım vardı ve bütün kalbimle tiyatroya devam etmek istiyordum. Bu benim için çok önemli bir ilk adımdı. Sonra Milano'ya sinema okumaya gittim. Bir tez yazmam gerekti ve Sergio Leone'yi seçtim. Ona başlayınca birdenbire sinemaya aşkım başladı. Bu aşk beni Cladia Cardinale gibi büyük bir isme kadar götürdü. Birlikte film çektik. Sergio Leone bana sinema aşkını başlattı. Roma daha çok imkanlar olduğu için bende Milona'dan taşındım ve sinema hayatım başladı.

-İtalya'da oyuncu olmak, kolay olmasa gerek...

Kesinlikle kolay olmadı ve kimse oyunculuğun kolay olduğunu zannetmesin. Ben bir sürü hayır duyduktan sonra ancak ayağa kalkabildim. Torpilim, tanıdığım yoktu ama üstesinden gelebildim. Çok ufak rollerle başladım ve yavaş yavaş bu dünyaya girmeyi başardım. Türkiye'deki gibi İtalya'da da televizyondan sinemaya geçiş var ama bizde sizin gibi diziler ve dizi çılgınlığı yok. İtalyanlar, daha çok yabancı dizileri izlerler.

-Türk yönetmeni Ferzan Özpetek, İtalya'da oldukça tanınıyor.

Şaşırmayın ancak benim için Ferzan Özpetek'ten daha ziyade Fatih Akın, gerçek bir Türk yönetmen. Ferzan daha çok İtalyan. Çünkü filmlerini İtalya’da İtalyanca çekiyor. Ben bir Türk yönetmenle çalışacaksam o kişinin Fatih Akın olmasını tercih ederim. Duvara Karşı’ filmini taparcasına seviyorum. Ferzan Özpetek'in sineması hakkında bir yorumda bulunmuyorum, yanlış anlaşılmasın, o çok büyük bir yönetmen. Ama ben Fatih Akın’ı daha çok beğeniyorum. Fatih Akın’ın Türkler’le çalışması da benim için daha ilgi çekici. Tamam, tamam, her ikisini de ayrı ayrı seviyorum diyelim. Birol Ünel'i de çok beğeniyorum. Benim için Türk aktörü, odur. Aynı filmde rol aldığım Teoman Kumbaracıbaşı dışında Serra Yılmaz, Sibel Kekili ve Sezen Aksu'yu da biliyorum.




18 Ağustos 2010 Çarşamba

Turizm, Ege’yi birleştiriyor



ALPER TURGUT

Turizm gelirinin ülkeler için önemi çok büyük, geçen yıl Türkiye’ye gelen 26 milyon turist, 21 milyar dolardan fazla bir para bıraktı. Vizelerin kaldırılmaya başlanması ile bu sayı ve ülke kasasına girecek para daha artacak, hiç kuşkusuz. Ancak aklımıza takılan bir soru var. Denizlerin ülkesi Türkiye’nin neden bir tane bile yolcu gemisi yok? Oysa işçilerin kanı pahasına gelişen tersanelerimizle övünürüz, ultra lüks yatlarından dev petrol tankerlerine dek her türlü deniz taşıtını inşa ederiz. Üstüne limanlarımıza uğrayan büyük yolcu gemilerinin haberlerini de okuruz. Umarız, gelecekte bizim de dünyanın dört bir yanına ulaşabilen yolcu gemilerimiz olur. Bu yıl yerli Cruise Holidays firması, bir ilke imza atarak dört aylığına Portekiz bayraklı kruvaziyer gemisi Ocean Majesty’i kiraladı ve bizim turistleri, vizesiz Yunanistan ve adalarına doğru taşımaya başladı. Komşuya ziyaretçi akını sürüyor, bu yolculuğa katılacak Türk turist sayısının bu yıl 20 bini, toplam kruvaziyer yolcusu sayısının ise 30 bini bulması bekleniyor.

Şu ana dek dokuz bin yolcuyu Ege’nin karşı kıyısına taşıyan Ocean Majesty’e biz de bindik, İzmir’den demir alıp, Selanik, Pire, Atina, Santorini, Mikonos hattında mekik dokuduk. Altı katlı gemide, çoğunluk 55 yaş üstü yolculara aitti, en mutlular ise havuzun başından ayrılmayan çocuklardı. Kumarhanesinden free shop alışverişine, sinemasından animasyon ekibinin gösterilerine dek yolculuk sırasında herkes kendine uygun bir meşgale buldu. Bizim İzmir’den tam 14 saat sonra gemi, küçük İzmir de denilen Selanik’e yanaştı. Elbette ilk durak, Atatürk’ün doğduğu ev, yüzlerce yolcu, gruplar halinde Türk başkonsolosluğunun bahçesindeki evi ziyaret etti, duygusal anlar yaşandığı bir gerçek. Beyaz Kule, Eski Türk mahallesinin üstündeki surlardan kente kuş bakışı, bir iki Osmanlı hamamı, caddelerinde göğüs dekoltesi ile podyuma çıkmış gibi yürüyen güzel kadınlar, ellerde milli içecek haline dönüşmüş buzlu kahve frappe. Selanik güzel bir kent, inci gibi dizilmiş balkonlu evleri ve görece sakinliğiyle ancak sanki bir şeyler eksik, ruhunda veya aromasında kayıplar yaşamış, yüz yıl öncesinin çok renkliliğinden eser kalmamış.




Gemi ertesi sabah Pire’ye yanaştı, Selanik’ten sonra ülkenin üçüncü büyük kenti Pire, beş milyonluk Atina’nın büyüyüp denize doğru meyletmesi nedeniyle başkentin limanı haline dönüşmüş. Adları değiştirilmiş olsa da Türk Koyu, Paşa Limanı hala halkın dilinden düşmemiş. Limandan iner inmez taksiciler etrafınızı sarıyor, taksimetre açtırırsanız 10 avro ile kurtarabilecekken pazarlık yaparsanız birkaç kat fazla ödemek zorunda kalabilirsiniz. Neden mi? Kendi aramızda Türkçe konuştuğumuzu duyan bir Yunanlı imdadımıza yetişti, ondan öğrendik. Ülkeyi yedi yıl inim inim inleten ünlü Albaylar Cuntası’na karşı (darbeciler, tüm ada evlerini, milliyetçilik rüzgarıyla mavi beyaza boyatmış ve farklı renkleri yasaklamıştır), Politeknik öğrencilerinin, 17 Kasım 1973’teki büyük direniş ve ayaklanmalarının ruhu, başkente hala hâkim. Komünist ve anarşistler, her an eylem yapmaya hazırlar, üstelik Atinalıların desteğini de almışlar. Atina’da gezecek yer çok, başta tüm kenti doruktan seyreden Akropol olmak üzere, eski Yunan medeniyetinin izleri bariz ortada. Arka sokaklara gittikçe ekonomik krizin yansımaları belli oluyor, Afrikalı göçmenler ve dilenciler hemen her yerdeler.

Sırada Santorini var. Bu katırları, eşekleri ve manzarasıyla meşhur volkanik ada, Hollywood ünlüleri George Clooney ile Angelina Jolie-Brad Pitt çiftinin kendilerine ev almasıyla adeta bir cazibe merkezine dönüşmüş durumda... Adanın en iyi fotoğraf veren noktası İa (Oia) köyü, konaklama fiyatlarının astronomik olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım. Tepelere ulaşım teleferik, farklı limanlardan kalkan otobüsler ve katırlarla sağlanıyor. Ülkemizde birçok kentin havalimanı yokken, ada da havaalanı var, işte turizme verilen önem burada başlıyor. Yunanlılar, İspanyol ve İtalyanlar gibi siestadan vazgeçemiyorlar, kendileri yatıyor, Arnavutlar, Filipinliler ve diğer milletlerden insanlar ucuz iş gücüyle hayatlarını idame ettirmeye çabalıyorlar. Akdenizlilerin boş vermişlik hali bu, gözden kaçmıyor. Santorini şarabıyla meşhur, bu tatlı beyaz şarap, turistler tarafından kapışılıyor. Volkanik kayaların rengine göre, beyaz, kırmızı ve siyah plajlar, seçmek size kalmış.

İzmir’den önce uğranılacak son ada, Mikonos. Eşcinsellerin uğrak noktası... Santorini kafa dinlemek için ideal, Mikonos ise tam tersi, salt eğlence diyenlere hitap ediyor. Ona günah adası diyorlar. Beş bin beş yüz kişi nüfuslu 85 kilometrelik bu çılgın ada, yazın 15 plajıyla on binlerce kişiyi ağırlıyor. Ancak şunu da belirtmek gerekiyor, bu adalar gerçekten pahalı, Türkiye’den akın var ama bunlar, maddi durumu iyi olanlar, paran yoksa zaten tatil nedir ki ve aslında hepimiz eşitiz değil mi?

Cumhuriyet Gazetesi Turizm Eki

8 Ağustos 2010 Pazar

Belanın sevdiği adam





ALPER TURGUT

Coen kardeşler, istisnasız her şeyle dalgalarını geçtiler ve bitti sanmıştık. Ne gezer. Kendi çocukluklarını es geçmişiz, biraderler, kara mizahla harmanladıkları, absürtlük, bıkkınlık ve yılgınlık ile körükledikleri, üstelik din motifli, tuhaf ve kişisel bir dönem filmini inşa edivermişler bile. “Ciddi Bir Adam” (A Serious Man), yaşadıkları, pişmiş tavuğun başına gelenlere rahmet okutan bir aile babasını anlatıyor, bela bu adamı gerçekten çok seviyor. Çok üstüne gitmişler çok, darmadağın etmişler herifi (Coen kardeşlerin babası olsa gerek), yazıktır ve devamında günahtır.

“Kansız”, “Miller’s Crossing”, “Barton Fink”, “Bir Şirket Komedisi”, “Fargo” (külttür), “Büyük Lebowski” (tek geçerim), “Orada Olmayan Adam”, “Nerdesin Be Birader?”, “Dayanılmaz Zulüm”, “Kadın Avcıları”, “Aramızda Casus Var”, “İhtiyarlara Yer Yok” ... Joel Coen & Ethan Coen varsa hizmette sınır yok. Eğlenceyse eğlence, düşündürtmekse o da var ve artık şüphesiz usta kategorisindeler. Coen biraderler, Ciddi Bir Adam’ı hafif ama karanlık bir dönem filmi olarak tanımlıyorlar. Filmin başrollerini Michael Stuhlbarg, Richard Kind, Fred Melamed, Sari Lennick ve Adam Arkin omuzluyor. Oyuncular tek kelimeyle şahane, layıkıyla görevlerini yapıyorlar.

OTURAKLI BİR FİNAL BEKLEYEN AVUCUNU YALAR

Film, evlilik kurumunu hırpalıyor, Yahudi cemaatini tiye alıyor, sistemi kurcalıyor, vs. Etik, ahlak ve kuru gürültü. Düzensizliğin düzeni, yozluk ve fırtına... Sıkışmışlık hissi, yalnızlık ve çaresizlik... Hah final minal de beklemeyin ve asla ne oldu şimdi demeyin. Eksiklik hissi mutlak, hiçbir şekilde akıcı değil, bunaltmaya ve huzursuz etmeye baştan razı... Bu tekinsiz film, 6 Ağustos günü vizyona girecek, bir kısım sevecek, geri kalanı nefret edecek. Ben mi? Kendi adıma hayli deneysel, ince esprili ve özgün bulduğum Ciddi Bir Adam’ı, cidden çok beğendim.

ZAVALLI KAHRAMANIMIZ FİZİKÇİ GOPNİK

Yaman bir ıssızlığı, kasaba ölçeğinde zihnimize sokuşturan film, 1967 yılının Minnesota’sında geçiyor. Vaat edilmiş toprakların bir hayli uzağındaki bu Yahudi kasabası, inanın resmen karabasan gibi... Ancak başa dönelim, birkaç dakikalık bir giriş bölümü var ki, tam evlere şenlik. Aslında o istikamette ilerlese değişik bir yapıt ile haşır neşir olurmuşuz, neyse... Biz, öykümüze ve kahramanımız fizik profesörü Larry Gopnik’in uğursuz yaşam kesitine geri dönelim. Öncelikle zavallı Gopnik, meteliğe kurşun atmaktadır, Uzakdoğulu bir öğrencisiyle başı derttedir, terfisini istemeyenler vardır, hastaneye kontrole gitmiştir (burada da bir pis bir durum var sanki), sorun yumağı evlatlar, oğlu Danny ile kızı Sarah da cüzdanından para aşırmaktadır. Bitti mi? Yok, daha yeni başlıyor. Aylak ve hasta kardeşi Arthur, sürekli başına işler açmaktadır, kâh kumar oynamaktan kâh tacizden dolayı yakalanmaktadır. Polis, fakirhanelerinin kapısını adeta yol eylemiştir. Ve asıl bomba, çok sevgili eşi Judith’in, onu hımbıl, üçkağıtçı ve antipatik bir tip olan Sy Ableman uğruna boşayacak olmasıdır. Hatta Judith ile Sy ikilisi, Larry ve ağabeyi Arthur’u evden de sepetlemek isterler. Komşunun uyuşturucu müptelası seksi karısı da hikâyeye dalmakta sakınca görmez.

HAHAM DERDİME BİR ÇARE...

Şimdi Yahudi cemaati içerisinde dini esaslara dayalı bir boşanma gerekmektedir ve bizim fizikçi, (avukat bile bir yere kadar) üç hahama başvurma kararı alır. İlk haham gençtir ve dünya yansa umurunda değil gibidir, ikincisi boş boş konuşur, anlattığı öykü, bir tür şizofrenik sayıklamadır. Zaten filmdeki herkes bir gariptir, üzerinde durmaya değmez. Üçüncüsü ise en zorlusudur, öyle yaşlıdır ki, ulaşmak mümkün olsa dahi bunadığı su götürmez bir gerçektir. Anlaşılacağı üzere, dini otoriteden yardım ummak, Godot’u beklemek kadar sonuçsuz bir süreçtir. Topyekûn çaresiz ve pasifliği ile çıldırtan Larry, giderek daha da çamura batmaktadır, istisnasız her geçen an aleyhine işlemektedir. Kendisinin bile inanmadığı kurtuluş ise kabul buyurun ki, uzak bir düştür. Evet, karmaşa salt karmaşa... Ve film ne anlatıyor dediğinizi duyar gibiyim, gerçek hayatta bazen izahı olmayan bir kara mizah değil midir?

31 Mart 2010 Çarşamba

Sinemada “emperyalist açılım”






Geçen yıl kapitalizm, bu yıl militarizm



ALPER TURGUT



“Ölümcül Tuzak”a (The Hurt Locker) önce İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi (BAFTA) ardından da Amerikan Film Akademisi altışar ödül verdi. Alt metnini işgalci zihniyetin kelimeleriyle ören ve kürsüye her çıktıklarında “Vay bizim anlı şanlı kahramanlarımız” nutku çeken film ekibi, ayna işlevini gördüler ve yine ve yeniden tırmanan sömürgeci iştahının beyazperdeye yansımasına katkı sağladılar. İngiltere’de ödülleri kapması, filmin yapımcısının akademi üyelerine ulaşıp “Ne olursunuz bizi seçin” diye ağlayıp yalvarmasına rağmen( ki bu yüzsüzlük-yalakalık ters tepmedi), milliyetçiliğin tırmanışın tam gaz devam ettiği ABD’yi de avucunun içine aldığına dair bir göstergeydi. Tüm dünyayla “Biz demokrasi havarisiyiz” diyerek dalgasını geçen pervasız ABD-İngiliz işgal ortaklığı, hala ve inadına can almayı sürdürüyor. Acı olan ise bebek kanlarından demlenen bu amansız, gaddar ve lanet güç birliğinin, 7. Sanat adına baş tacı edilmesidir. Bunun adı rezillik, bunun adı ölümün kutsanması, bunun adı cinayeti alkışlamak ile eşdeğer, ötesi yok.


Kırmızı halısı, ünlüleri, şatafatı ve moda dünyasına yaptığı hizmetle albenisini katlayan Oscar, milyonları ekran başına çekebildiğine göre göz boyamada ustadır. Akademinin heykelleri, bir önceki yıl da, kapitalizm şakşakçılarına gitmişti. Bildik İngiliz küstahlığının, eski sömürgesi Hindistan’da eteklerinden döktüğü, “Ey fakir kalabalık, etinizi kemirdik, iliğinizi emdik ancak yine de kurtuluş umudunuz var. Bireyleşin, zenginleşin” sayıklamasının izdüşümüydü “Milyoner” (Slumdog Millionaire) filmi. Sekizi Oscar 108 ödül kazanan bu yapımın, “Kim 500 milyar ister” programının aşkla meşkle harmanlanmasından başka bir ederi yoktu oysa...


Neyse... Biz yine Ölümcül Tuzak’a dönelim, işgal karşıtlığına dillendiren ve sinema tarihinin en büyük gişesine imza atan Avatar, kendisinden 100 kat daha ufak ölçekteki bu militarist yapıma nasıl boyun eğdi? Bush’un ardından dünyanın sebepsiz yere bayram etmesine vesile olan Obama, hem verdiği sözleri tutmadı, hem de işgal ordusunu geri çekmedi. Ancak Obama, kötü bir şaka gibi Nobel Barış Ödülü’nü almasını bildi. Hal böyleyken meşhur Sam Amca, yine de Obama’dan memnun değil. Çünkü Güneyli kovboyların kana susamışlığı henüz dinmedi.


Oscar’ın verildiği gün ise çok manalı... Birçok insan, büyük bir saflıkla eski kocası James Cameron’a karşın zafer kazandığı gerekçesiyle Kathryn Bigelow’u ayakta alkışladı. Doğru ya; 82 yıl süren erkek egemenliği yıkılmıştı, mağdur kadınlar kürsünün en tepesine tırmanmıştı, nihayet. Peki, “Yedi Güzeller” ile Lina Werhmüller, “Piyano” ile “Jane Campion, “Bir Konuşabilse” ile de Sofia Coppola niye heykelciğe kavuşamamıştı da niye militarist bir erkek türküsü söyleyen Bigelow, taç giymişti? Erkek egemen toplum, başarı için erkekleşen bir kadını ödüllendirmişti. Acı ama gerçek.


Evet, üstte 8 Mart demiştik değil mi? Yer; ABD’nin New York kenti. Tarih; 8 Mart 1857... Tam 40 bin işçinin grevini kırmak isteyen hâkim güçler, polis aracılığıyla büyük bir saldırı başlatır. Bir fabrikada mahsur kalan 129 işçi yanarak can verir, hayatlarından olan emekçilerden çoğu kadındır. Ertesi gün cenazeleri, on binlerin omuzlarında yükselir. Dünya Emekçi Kadınlar Günü, işte böyle doğar. Kathryn Bigelow ve filmi Ölümcül Tuzak, işçi sınıfının değil, can düşmanı kapitalizmin ödülünü aldılar, bu kadar basit.


28 Şubat 2010 Pazar

Bildik bir öyküden alışılmadık bir film yaratabilmek





ALPER TURGUT


“Zindan Adası” (Shutter Island), şayet Martin Scorsese gibi bir usta ve dahi yönetmenin elinden çıkmasaydı, emin olun facia kelimesine denk düşebilirdi. Bozuk bir psikoloji, hezeyanlar ve ana yolu unutturmaya çabalayan sapaklar. İşte aklımızın bizi oynadığı oyunlar ve bilcümle deliliğimize yaslanan, bilinçaltı dehlizlerinin ve yalın gerçeğin arasında mekik dokuyan bu model, neredeyse “Artık yeter, bıktık usandık” diyebileceğimiz kadar sıradan ve aşina... Evet, bildik bir metin, alışılmadık bir şölen ile yer değiştirebiliyorsa eğer, istisnasız tüm sinemaseverler, Scorsese’nin (Marty) varlığına şükretmek zorundadır.


Zindan Adası, daha önce yazdığı satırlar aracılığıyla, “Gizemli Nehir” ve “Kızımı Kurtarın” adlı filmlerin yaratılmasına önayak olan Dennis Lehane’nin 2003 tarihli çoksatar gerilim romanından uyarlandı. Eski fetiş oyuncusu Robert De Niro ile “Kızgın Boğa”, “Taksi Şoförü” ve “Sıkı Dostlar”ı gibi müthiş yapıtlar kotaran Scorsese, uzunca bir süredir yeni vazgeçilmezi Leonardo DiCaprio ile yoluna devam ediyor. Scorsese yine yanlış ata oynamıyor ve bebek surat Leonardo giderek yetkin bir oyuncuya dönüşüyor. Zindan Adası’nda DiCaprio’ya, Mark Ruffalo, Ben Kingsley, Michelle Williams, Emily Mortimer, Patricia Clarkson ve Max von Sydow eşlik ediyorlar. Eyvallah, biricik Gandhi’miz Ben Kingsley, filmin ağır toplarından ancak gözlerimize bayram ettiren asıl unsur ise, hiç kuşkusuz bugün 81 yaşını sürdüren efsane İsveçli aktör Max von Sydow. O, tamı tamına 61 yıldır, tanrıdan şeytana canlandırmadık şey bırakmadı. Saygılar...


Öncelikle Zindan Adası, sonuna dek merak hissini kamçılayan ve asla akıcılığına laf edemeyeceğiz güzel bir seyirlik. Trajik ve gotik... Amansız hatıralar, ayrıntılar denizi ve arka arkaya gelen bilmeceler... Nazizm, seri katiller, şiddete tapanlar, bilim adına işlenen cinayetler, kanı donduran deneyler... Gerilimli bir atmosfer, labirente dönüşen bir ada, zihin kontrolü, gerçeğe yakın halüsinasyonlar, komplolar ve film boyunca yakamızı bırakmayan heyecan... “Ya bir canavar gibi yaşamak ya da iyi bir adam olarak ölmek”... Bütünüyle algılarımıza seslenen bu filmin ana cümlesi ise bu... Pencerelerinizi açarsanız, sisin ardını görebilmeniz çok kolay. Finalle ilgili beklentinizi büyük tuttuğunuz takdirde ise aldanırsınız. Ve en önemlisi sakın ola tahminlerde bulunup, keyfinizi kaçırmayın. Üstelik isabet kaydetseniz dahi, elinize bir şey geçmeyecek. Unutmadan, 90 senelik Alman korku filmi “Dr. Caligari’nin Odası”na (The Cabinet of Dr. Caligari) göndermeler yapan Zindan Adası, 12 Mart günü vizyona girecek, mutlaka izleyin derim.


ABD’yi esir alan Soğuk Savaş çılgınlığının tam ortasında, 1954 yılındayız. FBI şefi Teddy Daniels, yeni yardımcısı Chuck Aule ile Zindan Adası’ndaki bir kayıp vakasını çözmekle görevlendirilir. Firar etmenin mümkün olmadığı adadaki Aschecliffe Hastanesi’nde soluğu alan ikili, üç çocuğunu boğarak öldüren katil kadını aramaya başlarlar. Ancak gizem peşlerini bırakmaz, ada ise büyük bir bataklık gibidir, çırpındıkça batarlar. Sonra esrarengiz adayı vuran kasırga çıkagelir, Teddy ve Chuck, kayıp kadının bulunmasına karşın anakaraya ulaşamazlar. Psikiyatrlar, deliler ve korkunun egemenliği... İkinci Dünya Savaşı bitiminde Dachau Toplama Kampı’na giren ABD’li askerler arasında bulunan Teddy, geçmişe dair sanrılarıyla baş başa kalır. Artık mücadele ettiği olaylar örgüsüne kendi gerçekliği de eklenmiştir.

cinedergi.com