25 Mayıs 2009 Pazartesi

İnsanoğlunu körlük değil nankörlük öldürecek




ALPER TURGUT

Körlük denilince akla kopkoyu bir karanlık gelir, edebiyatın büyük ustası, Nobel ödüllü Portekizli yazar Jose Saramago’nun Körlük’ü ise bembeyaz bir zalimliği resmediyor. Bulaşıcı körlük, karmaşa, karantina, kahredici bir tanıklık ve “insan insanın kurdudur” (homo homini lupus) adlı bıçak sırtı bir gerçeklik. Kült bir eserin sinemaya uyarlanıp beyazperdeyle kucaklaşması ve dörtdörtlük bir beğeniyle sahiplenilmesi hepimizin bildiği üzere çok zordur. İşte Körlük’ü, çoğunluk için orta karar bir seyirlik haline getiren yegâne şey, belki de beklenti çıtasının inanılmaz yüksek oluşundan kaynaklanıyor. Ancak siz yine de hoşgörüyle yaklaşın ve inanılmaz bir emek-efor harcandığı her halinden anlaşılan Körlük’e bir şans tanıyın.

TANRI KENT’TEN KÖRLÜK’E...

Körlük’ü (Blindness), debdebeli Rio de Janerio’nun yoksulluğuna yaslanan favelalarında, “Tanrı Kent” (Cidade de Deus / 2002) denilen ve hepimizi derinden etkileyen bir suç masalı kotaran Brezilyalı yönetmen Fernando Meirelles çekti. Reklam sektöründen sinemaya atılan Meirelles bir sonraki filmi “Arka Bahçe” (The Constant Gardener / 2005) ile rüştünü ispatlamıştı. Filmin senaryosunu, Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde (2005) “Altın Lale” için yarışan “Çocuk Yıldız”ın (Childstar) yönetmeni Don McKellar kaleme aldı. Sağlam bir oyuncu kadrosunu bağrında barındıran Körlük’ün başrollerinde; Julianne Moore, Mark Ruffalo, Danny Glover ve Gael Garcia Bernal var. Özellikle Julianne Moore deyim yerindeyse döktürüyor.

POLİTİK METİN ÇARÇUR EDİLMİŞ

Körlüğe dair simgelerin ve kameranın kullanımı, güzelim geçişler, yakın plan çekimlerindeki ustalık, sıkı ve cezp edici bir atmosfer, kâfi derecede doyurucu bir final... Tüm ekip (başta yönetmen ve görüntü yönetmeni) alkışı hak ediyor. Romandaki politik metnin çarçur edilmesi eksi bir nota karşılık geliyor. İnsanın dar alana sıkışınca kaosu çare bellemesinin ise sinema tarihinde bin bir örneğini bulunuyor. Cannes Film Festivali 2008’in açılış filmi olan Körlük, Filmekimi 2008 ile Antalya (Danny Glover iştirak etmişti) ve Bursa (Gael Garcia Bernal gelmişti) film festivallerinin ardından nihayet 5 Haziran günü gösterime giriyor.

BEYAZ KÖRLÜK VE MEDENİYETİN YIKIMI

Metropolde sıradan bir gün... Herkes gündelik hayatın gerekliliklerini yerine getirme derdinde... Sonra sıra dışı bir olay yaşanır, arabasının içindeki bir adam aniden görme yetisini yitirir. Ne yazık ki; körlük bulaşıcıdır. Kısa bir sürede salgın yayılır ve devlet, körlerini toplum sağlığı aşkına karantinaya alır. Askerlerin kontrolündeki eski bir akıl hastanesine tıkılan körlerin yanında hastalığa yakalanmayan bir kadın vardır. Çok geçmeden körlerin dünyasında hâkimiyet savaşı patlak verir. Hadi yazarın hayal gücünden devşirme “beyaz körlük” illetini es geçelim, insanoğlunun ruhuna kazınan nankörlüğe ne kulp takacağız... Hem vicdanın göze de ihtiyacı yok ki... Elinde silah olan kör güçlüdür, doğuştan kör olan diğerlerinden şanslıdır. En büyük mağdur ise tüm melaneti gören kadındır. Ahlak, değer yargıları, acıma hissi... İstisnasız her şey çoktan çökmüştür.


Peki; insanlığın cılkı çıkarsa uygarlığın yıkımı resmi bir hüviyet kazanır mı? Mahşer yerine çevrilen dünyaya bakıp yanıtı siz vereceksiniz.




22 Mayıs 2009 Cuma

BEYAZ ADAMIN OBAMA MASKESİ




ALPER TURGUT


Dünya, “Ya benimlesiniz ya da düşmanımsınız” diyen Cumhuriyetçi George W. Bush’tan kurtulunca rahat bir soluk aldı. Üstelik tüm insanların umudunu yeşerten Demokrat Barack H. Obama, Beyaz Saray’da konuşlandı. Ah ne kadar güzel... Oval Ofis’teki siyahi lider sayesinde artık tüm savaşlar bitecek, işgal orduları çekilecek, işkence tarihe karışacak, ekonomi şaha kalkacak, çocuklar ölmeyecekti... Ey kapitalizm sen nelere kadirsin ki; hepimize toz pembe düşler kurduruyorsun. Gırgırı bir kenara bırakalım. Çünkü hiç de komik değil. Dileriz, gelen gideni aratmaz. Ancak Obama ve şürekasıyla ilgili haberlerin pek de içimizi açtığı söylenemez. Evet, ne yazık ki; “Yok, aslında birbirimizden farkımız”... ABD’nin yeni başkanının sözleri eylemleriyle asla uyuşmuyor. İşte Obama’nın sıvaları gün geçtikçe dökülüyor ve altından “Wall Street” oligarşisinin zengin ve beyaz zalimliği beliriyor. Sizlere, “yeni dünya düzeni”nin ipliğini pazara çıkarmayı deneyen “Obama Aldatmacası” (The Obama Deception) adlı belgeseli öneriyoruz. Formül basit; iktidar koltuğuna heves edenler asla muktedir olamıyor ve ister istemez zamanla kuklaya dönüşüyor. Mutlaka izleyin.

Obama Aldatmacası, yakın tarihli (Mart 2009) bir belgesel. Yönetmeni ise “Kendi Matrix’imizi Tanımak: Oyunun Sonu” (Endgame: Blueprint for Global Enslavement) isimli ses getiren çalışmasıyla tanınan gazeteci-aktivist Alex Jones... Belgeselin kendince handikapları var. Mesela “Küresel Isınma”nın yalan dolan olduğu gibi saptamalarına ve silahlanmayı ele alan sipsivri görüşlerine elbette katılmıyoruz. Ve hatta çok fazla eşelerseniz, ne sağcıyız ne de solcu, Amerikancıyız biz Amerikancı benzeri bir sonuç çıkarmak da mümkün... Ancak bütün bu saydıklarımız, internette sansürlenen veya görmezden gelinen Obama Aldatmacası’nı seyretmeniz gerektiği gerçeğini değiştirmiyor.

OBAMA DEVLETE TESLİM OLDU

Peki; sistemi dize getiren ve ezilenlerin ağzına bir parmak bal çalan siyahi başkan, acaba büyük bir yanılsama mı? Samimiyet ve dürüstlüğün çizgisi ne kadar kalın... İnandırıcılık hangi noktada ters teper. Seçim kampanyası esnasında mangalda kül bırakmayan Obama, özellikle demokratik açılımlar, şeffaflık ve adalet konusunda hem kendi milletine hem de dünya halklarına içi boş vaatlerde bulunuyordu. Hani bizim politikacıların muhalefette söylediklerini iktidara gelince yutmaları gibi... Doğru söze ne hacet. İnsan karakolda doğruyu söyler, mahkemede şaşar.

Bir kez takke düştü, kel göründü ya, Obama’nın hileleri, sırf belgesele değil, halihazırda haberlere de yansıyor. Geçtiğimiz günlerde gazetemizde “Obama Devlete Teslim Oldu” başlıklı bir haber yer aldı. Söz konusu haberde; Obama’nın önce işkence fotoğraflarını yayımlamaktan, şimdi de özel askeri mahkemeleri kapatmaktan vazgeçtiği vurgulanıyordu. Belgesel işte “dün dündür bugün bugündür” demesine ramak kalan Obama’yı sorguluyor. Dünyanın alkışladığı bir kararla “Irak'tan çekileceğiz” diyen Obama, kısa bir süre sonra hem Irak’a hem de Afganistan'a yeni birlikler gönderilmesini onaylıyordu. Kanunsuzluğun resmi merkezi Guantanamo'nun kapanmasına imzayı atarken aynı zamanda tutukluların dünya üzerine serpilmiş gizli cezaevlerine gönderilmelerine de olanak sağlıyordu.

OBAMA GELECEKTE NASIL ANILACAK?

Obama Aldatmacası, ABD başkanlarına doğuran “Cumhuriyetçiler” ile “Demokratlar”ın aslında aynı hamurdan olduğunu yine ve yeniden dillendiriyor. Bir numaralı halk düşmanı CFR, her sene bir otelde toplanan Bilderberg Grubu, zenginler klasmanında başa oynayan Rockefeller Sülalesi’nin kurduğu Trilaterale Komisyonu ve “ben her türlü yasanın üstündeyim” diyebilen Federal Rezerv Bankası ise kapitalist sistemin tam doruk noktasında duruyor. Ve dünyayı yöneten asıl, kararlı ve karanlık gücü onlar oluşturuyorlar. Amaç; eskimiş sömürgeci Büyük Britanya İmparatorluğu’nun, ABD-İngiltere ortaklığıyla Dünya İmparatorluğu’na dönüşmesi... Kadrosunda kimler mi var? Tabii ki; Siyonistler, Evangelistler, emperyalistler, asiller ve görmemiş zenginler... Paraya tapınıyorlar, gizemi ve hileyi hurdayı çok seviyorlar. Kontrolü ise ordularının yanı sıra CIA, MOSSAD kanalıyla sağlıyorlar.

ABD’li muhalifler, Obama’nın insanoğlunun gözlerini kamaştıran büyülü bir maskeden ibaret olduğu hususunda hemfikirler. Kennedy’den bu yana ABD’nin dirayetli bir başkana kavuşamadığını öne sürüyorlar. Onlar, öncelikle Obama’nın ekibini masaya yatırıyorlar. Ve çıkan sonuç; hemen hepsi yukarıda saydığımız grupların faal üyesi ve istisnasız bankacı kökenliler... Anlayacağınız, fakir, fukara umurlarında bile değil. Şüpheli icraatları ise diz boyu... Bush’tan zalimlik bayrağını (yakın tarihte) devralacağını söyleyenlerin sayısı ise yabana atılmayacak denli çok. Asıl soru şu; Obama gelecekte nasıl anılacak? Umut taciri, kukla, despot, halklar için kadim bir dost veya düzene meydan okuyan modern bir Don Kişot... Bekleyip göreceğiz.


Cumhuriyet Gazetesi Hafta Sonu Eki / 23 Mayıs 2009

17 Mayıs 2009 Pazar

SİYAD'a üç yeni üye...

SİYAD - Sinema Yazarları Derneği üç yeni üyesine "merhaba" dedi. Öğretim görevlisi Metin Gönen, Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Alper Turgut ve Sabah Gazetesi yazarlarından Alkan Avcıoğlu derneğin yeni üyeleri oldu. Bu son üyeliklerle birlikte SİYAD’ın üye sayısı 80 oldu. SİYAD üyelik başvurularını yılda üç kez -Nisan, Ağustos ve Aralık dönemlerinde- değerlendiriyor ve adaylara başvuru sonuçlarını bildiriyor.

Taraf Gazetesi'nin 20 sorusu ve benim yanıtlarım...








ALPER TURGUT - YAZAR


1. En sevdiğiniz kelime nedir?

Sevi


2. Nefret ettiğiniz kelime nedir?

İşkence

3. Ne sizi heyecanlandırır?

İsyan

4. Heyecanınızı ne öldürür?


Yılgınlık

5. En sevdiğiniz ses nedir?

Başakları savuran rüzgârın sesi

6. Nefret ettiğiniz ses nedir?

Cırlak ve çatlak insan sesi

7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?

Askerlik

8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?

Gerçek bir şifacı...

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?

Barbar Conan

10. Nerede yaşamak isterdiniz?

Kavgamızın başkenti İstanbul’da...

11. En önemli kusurunuz nedir?

Dikkat dağınıklığı

12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?

Nikotin bağımlılığı

13. Kahramanınız kim?

Rachel Corrie

14. En çok kullandığınız küfür nedir?

Bir Adanalıya sorulacak en son soru budur, Çukurova bereketi yansımışken küfür dağarcığımıza...

15. Şu anki ruh haliniz nasıl?

Canavar gibiyim.

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?

Herkes düşlerinin büyüklüğü kadar özgürdür...

17. Mutluluk rüyanız nedir?

İnadına çoğalan çocuk gülüşleri

18. Sizce mutsuzluğun tanımı nedir?

Hayatının baharında ölenlere dair her şeydir

19. Nasıl ölmek istersiniz?

Yatakta ilenerek ölmek istemem.

20. Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı'nın size kapıda nesöylemesini istersiniz?

Tüm sevdiklerin burada...

TARAF GAZETESİ / 17 MAYIS 2009

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Pelin Esmer Röportajı


Alper TURGUT


Son yıllarda yükselişe geçen Türk Sineması, bizleri “yeni kuşak’tan birçok başarılı yönetmen tanıştırıyor. Pelin Esmer de onlardan biri... “Oyun” adlı belgeseliyle hafızalarımıza kazınan Esmer, şimdilerde 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde jüri özel ödülü kazanan filmi “11’e 10 Kala” ile yeniden gündemde... Mühendis ağırlıklı bir aileden gelen Pelin Esmer, önceleri antropolog olmak istiyormuş, sosyoloji okumuş. Kendisinin deyimiyle hayat çelişkilerden ibaret ve o çelişkileriyle baş etmeyi seviyor. Sosyoloji ona bakmayı öğretmiş, yönetmenlik ise görmeyi... Ne istediğini ise çok açık; yazmak, çekmek ve sinema düşünü ete kemiğe büründürebilmek.






(Pelin Esmer ve Alper Turgut)


—11’e 10 Kala’nın senaryosunu yazmak ne kadar sürdü ve film ne zaman gösterime girecek?

Film epey bir zamandır kafamdaydı. Senaryoyu yazmak, hazırlanmak, hepsi iki yıl aldı. Senaryo yazma sürecinde bir bursla 4, 5 ay Fransa’ya gitmiştim. Kafa dinlemeye değil hayat gailesine kısa bir ara verebilmek ve çalışmak için... Zaman zaman tıkansam da yazmaya devam etmeyi öğrendim. Bir şeyleri çözebilmek için oturup boş ekrana bakmanın önemli bir egzersiz olduğunu da... Ama senaryoya son noktayı İstanbul’da koydum. Film, İstanbul Film Festivali’nde HD formatında gösterildi. Şimdi HD’den 35 mm’ye basacağız ve türkiyede ve yurtdışında festivallere yollacağız. Sonbaharda da sinemada seyirciyle buluşacak.



—Filmin başrolünde gerçek bir koleksiyoncu olan amcanız Mithat Esmer’i oynattınız...

O rol için tek alternatifim oydu. 83 yaşında ve koleksiyonculuğun getirdiği belli bir düzene alışkın... Sette onun düzenini bozmamak için ekipçe çok çaba gösterdik, tabii ki zordu ama, birbirimizden çok şey öğrendik diye düşünüyorum. Diğer oyuncularım da çok yardımcıydılar. Nejat İşler, Tülin Özen, Tayanç Ayaydın, Laçin Ceylan, Savaş Akova, Sinan... Kısa bir sürede hepsi ayrı ayrı farklı bir ilişki kurdu ve çok yardımcı oldular.


—Diğer başroller yalnızlığın ve İstanbul’un...

Mithat Bey’in İstanbul ile çok fonksiyonel bir ilişkisi var. Başka bir kentte koleksiyoncu olması çok zor, İstanbul ona aradığı, ya da aramadığı her şeyi sunabilecek bir şehir. Peşine düştüğü bir koleksiyon parçası onu sürekli farklı yerlere götürüyor, yeni insanlarla tanıştırıyor. Evindeki binlerce objeyle tek tek ayrı bir ilişkisi var. Kıskançlık da yok üstelik ! Tek başına değil, binlerce karakterle yaşıyor. Herşeye rağmen korunmuş, seçilmiş bir yaşam.

—Sizce belgesel ile kurmaca film arasındaki fark nedir ve doğaçlamaya izin verir misiniz?

Belgesel tabii ki sürprizlere daha açık, çekim kısmı da daha az stresli ve eğlenceli... Kurmacada elinizde bir senaryo, kısıtlı bir para ve zaman var. Ama buna rağmen kurmacada da duruma, oyuncualrın ruh hallerine göre, aralarında kurdukları ilişkiye göre anlık değişiklikler yapmak gerek diye düşünüyorum. Her an aportto beklemek lazım. Ne zaman ne çıkacağı hiç belli olmuyor. Kafamdakini çekmenin dışında o an karşıma çıkabilecek durumları ve duyguları kaçırmamak için uğraşıyorum. Bu filmde oldukça senaryoya sadık kaldım aslında, beklediğimden daha çok. Ama oyuncular da bazen çok hoş süprizler yaptılar bana.

—Sinemacı olmaya nasıl karar verdiniz?

Aslında antropolog olacaktım. Sonra akademisyenlik için yeterince çalışkan olmadığımı farkettim. Sinemacı oldum, orada daha da çok çalışmak gerekiyormuş! Boğaziçi Üniversitesi’nde sosyoloji okuyordum, tek başına elinde bir video kamerayla belgesel çekmek için Türkiye’ye gelen ABD’li kadın yönetmen Jeanne Finley’in asistanlığını yaptım. O bana ilk cesareti veren oldu. Ya, bu iş o kadar da imkânsız değilmiş dedim. Okulu bitirdikten sonra Yavuz Özkan’ın sinema atölyesine devam ettim. Sonra da yönetmen yardımcılığıyla geçimimi sağlarken, bir yandan kendi filmlerimi çekmeye başladım.


—Oyun adlı belgeseliniz bir ilk adım mıydı?

Oyun’un hem çekim aşaması hem sonra seyirciyle paylaşım aşaması bana müthiş eneji verdi. Arslanköy’deki tiyatrocu arkadaşlarımdan aldığım enerji, seyirciye geçti galiba. Bir sonraki adımı daha bi istekli atıyorsun o zaman. En azından bir sonraki filminizin merak edilmesi yeni bir sinemacı için çok motive edici. (Kadir Has Üniversite’sinde iki dönem belgesel üzerine ders verdiğini eklemek gerek)

—Türkiye’de film çekmek kolay mı?

Dünyanın her yerinde zor... Türkiye’de zor. Gürcistan’da daha da zor... Senede sadece iki projeye mi ne destek oluyor hükümet. Burada maalesef Kültür Bakanlığı dışında bir fon olmadığı için, tv ön satışları da nadir gerçekleştiği için bakanlıktan destek alamayınca iş iyice zorlaşıyor tabii. Yurtdışındaki fonlara ve televizyonlara başvuruyoruz tabii. Ama avantajlı olduğumuz bir şey var, o da cesaret ve eldeki olanaklarla alternatifler üretebilme yatkınlığımız. Türkiye’de yaşayınca bu tür şeyleri öğreniyorsun tabii ta çocukluğundan itibaren. Fransa’da kaldığım zaman fransız genç yönetmenlerle tanıştım, hiçbiri bütçe tam olarak tamamlana kadar film çekmiyorlar ki bütçeler belli bir miktarın altında olunca kale bile alınmıyorlar. Dolayısıyla bir filmi hayal etmeyle gerçekleştirmeleri arasında en az 4–5 sene geçiyor. O arada heyecan mı kalır?

—Dijital devrim artık yönetmenlerin en büyük yardımcısı... Katılır mısınız?

Çağımızın iki büyük buluşundan biri internet ise diğeri de dijital kamera bence. Sinemayı demokratikleştirdi. Gerçekten bir şey anlatmak isteyene kendini ifade etme şansı verdi. Daha çok yönetmenle tanışıyor, daha farklı biçimlerde film seyrediyoruz. Zamanla gişe için yapılan filmler dışında küçük ve orta boyuttaki filmlerin de izleyiciye ulaşacağını ümit ediyorum. Yönetmenlerin seyirciden, seyircinin yönetmenden korkmadığı, iyi ya da kötü ama sonunda bir iletişim kurabildiği filmler izlemek yeni film yapma isteği uyandırıyor insanda.

—Gelecekteki projeleriniz nelerdir ve kendi yazdığınız senaryoları çekmeyi sürdürecek misiniz?

Birkaç fikir var kafamda. Olgunlaşınca çekicem inşallah. İnsanın doğasındaki çelişkiler beni heyecanlandırıyor. Çelişkilerle baş etmeye çalışıyorum. Karakterlerimi de o çelişilerin içinden çıkartmaya çalışıyorum. Kendi yazdıklarımı çekmeyi tercih ediyorum. Zaten bu ilk senaryomdu, bundan sonra hayat ne gösterir bilemem.

Fotoğraflar: Vedat ARIK



CUMHURİYET GAZETESİ