28 Eylül 2009 Pazartesi

HEY UZAYLI BURASI “GETTO”


ALPER TURGUT

“District 9”, garibim uzaylıları dünyaya geldiklerine bin pişman eden vahşi insanoğluna dair, zeki, etkileyici ve kafa karıştırıcı bir bilimkurgu filmi. Hayli matrak, tek kelimeyle tuhaf ve inadına güzel bir film bu... Üstelik tümden sosyal içerikli ve kara kara düşündürtmeye meyilli de... Ucundan kıyısından ırkçılığa eğilimli olması ise tehlikeli (alt metinden yedirseler de biz uyandık ve bu durum canımızı sıkmadı değil)... Filmi sırtlayanlar mı? Ziyadesiyle yetenekli ve şeytani...

Filmi, 30 yaşındaki Güney Afrikalı sinemacı Neill Blomkamp yazdı ve yönetti. 30 milyon dolara mal olan District 9’un yapımcılığını ise Yüzüklerin Efendisi’nin Yeni Zelandalı rejisörü Peter Jackson üstlendi. Türler arası fuhuş, “uzaylılar giremez” yazılı dükkânlar, yaratık eti yiyen çete reisi, sadece uzaylıların kullanabildiği eksantrik silahlar ve çok amaçlı robotlar, kara büyü, Güney Afrika’da ne aradıkları anlaşılmayan ve film boyunca aşağılanan Nijeryalılar... İşte aksiyon, atraksiyon, atmasyon... Kâfi ölçüde mizah ve bilcümle heyecan bu filmde... Dünya yaşamına ayak uyduramayan uzaylıların öyküsü (Alien Nation) 20 yıl kadar önce de işlenmişti ancak tam gaz yol almaya ve hızını kesmek isteyen klişelerden sakınmaya çabalayan bu filmin tadı bambaşka... District 9, Türkiye’de 6 Kasım 2009 günü gösterime girecek. Sakın kaçırmayın.

Yıl; 1982... Gaipten gelen dev ve oldukça teferruatlı uzay gemisi, yerküreyi ziyaret eder. Ve ne hikmetse üzerinde asılı duracağı kenti, bilindiği üzere hiçbir zamazingoyu kati suretle kaçırmayan ABD’den değil de, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden seçer. Dünyamız büyük bir şaşkınlık içerisindedir, ülkenin en büyük kenti Johannesburg ise davetsiz misafirin yüzü suyu hürmetine esaslı bir ilginin odağı olmuştur. Sadede gelirsek, Johannesburg ile dünya dışı zımbırtı, uzun bir müddet karşılıklı bakışırlar. Sanırım herkesin o an aklındaki soru şudur; “acaba bunlar, dost mu, düşman mı?”

İnsanoğlu, doğası gereği sabırsızdır ya; sonunda dayanamayıp harekete geçerler ve uzay gemisinin kapısını, meşakkatli bir uğraşının ardından aralarlar. Gördükleri diz boyu sefalettir. Uzaylıların tamamı açlıktan bitap düşmüştür ve acil tarifesinden bir yardıma muhtaçtırlar. İnsanlar, zor durumdaki ve sağlıksız koşullardaki bedbaht yaratıklara acır (bu acıma hissi daha sonra kin, nefret ve öfke olarak geri dönecektir) ve zilyon tane uzaylı, Johannesburg’daki “9. Bölge” kampına yerleştirilir. Burada 40 yıl önce siyahların şiddet ve cebirle kovularak, sadece ve sadece mesut beyazların yaşamasına müsaade edilen yerleşim birimine nam-ı diğer District 6’ya bir gönderme mevcut.

“Beyaz azınlık efendi, siyah çoğunluk köle olsun” ... Güney Afrika Cumhuriyeti ve onun kanlı apartheid rejimi... Afrika’nın Antarktika’ya bakan ucu merhametsizlerin bembeyaz yurdu idi o zamanlar, sahip çıkanların da yüzlerini şeytan görsün! Bu nasıl bir ironi? Bütün siyahlar bitti, şimdi de uzaylıları tıktılar mülteci kamplarına...

“GETTO”, SİNEMA VE TARİHİN TEKERRÜRÜ

Gettolar, toplama kampları, tehcir kampları, çalışma kampları, mülteci kampları... (Bu “Getto” terimi, İtalyan kökenli ve yaklaşık beş yüz yıl kadar eski... Venedik kentinde söz sahibi olanların, Yahudileri bir arada yaşamaya zorladıkları mahallenin adından geliyor) Soykırım, katliam, açlık, sefalet, zulüm... Meşhur Theodor Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” dememiş miydi? İnsanın insana ettiğini anlamak ve anlatmak ne zor... Ama bilinmeli tüm olup bitenler, bir daha yaşanmaması ise şayet tek dileğimiz; inadına ve ısrarla yazılmalı, çizilmeli, söylenmeli, aktarılmalı, çekilmeli, gösterilmeli... Yoksa “tarih tekerrürden ibarettir” martavalını torunlarımıza hatta onlarında torunlarına vasiyet bırakmış olacağız.

Peki, gettolara dair filmler... Sinemada istisnasız bin bir örneği vardır. Misal; Varşova Gettosu en ünlüsüdür. Roman Polanski’nin 3 Oscar’lı eseri “Piyanist”, TV filmi “Ayaklanma” (Uprising / 2001)... Temcit pilavı demeye dilim varmıyor ama yetmez, yetemez... 1948 tarihli “Sınır Sokağı" (Ulica Graniczna), “Generallerin Gecesi”, “Nackt unter Wölfen”, “Jeszcze tylko ten las”... Madem sonu gelmeyecek noktayı biz koyalım. Biraz da Afrika’ya uzanalım mı? “Hotel Rwanda”, “Shooting Dogs”, “Kanlı Elmas”... Sonra Ortadoğu’dan “Kaplumbağalar da Uçar”, Sabra ve Şatilla Katliamı'nı anlatan “Beşir’le Vals”... Ya banliyöler... Başyapıt “La Haine” (Nefret / Protesto) ile başlarız, “Banlieue 13” (2004) ve “Banlieue 13 – Ultimatum” dan (2009) çıkabiliriz. Lanet olası Apartheid rejimini de boş geçmeyelim. Mücadele adamı Nelson Mandela’ya kameralarını çeviren “Özgürlüğün Rengi” (Goodbye Bafana) ne güne duruyor.

ADI KONULMAMIŞ BİR SAVAŞ, SÜRGÜN VE KEDİ MAMASI

İnsanların “karides” ve “çöp yiyenler” adlarını taktıkları bu yaratıklar, araba lastiği ve kedi maması lüpletmekten müthiş keyif alıyorlar. 9. Bölge Kampı’nı, Nijeryalı gangsterle paylaşan uzaylıların sayısı da aradan geçen 20 yılda çoğalıyor ve rakam 1,8 milyona dayanıyor (kürtaj zorunluluğu getirilmesine karşın uzaylılar gizliden gizliye yumurtluyorlar, filmin sonunda 2,5 milyon yaratıktan söz ediliyor). Zamanla Johannesburglular ile aralarında adı konulmamış bir savaş patlak veriyor. Ne yapsın zavallılar; araba yakmayı, trenleri raydan çıkarmayı eğlenceli buluyorlar. Taraflar zayiat vermeyi sürdürence bu kez devreye silahlı bir birimi de (kelle avcıları) bulunan Dünya Dışı Medeniyetler (MNU) adındaki şaibeli örgütlenme giriyor. MNU’ya bağlı Uzaylı İlişkileri Departmanı’nda operasyon saha şefi olarak çalışan Wikus van de Merwe (çiçeği burnunda aktör Sharlto Copley resmen döktürmüş), uzaylıları, kentten 200 kilometre ötede kurulan daha da rezil yeni kampa (10. Bölge) taşınmaya ikna etmekle yükümlüdür.

Aslında MNU, dünyanın en önemli silah üreticisidir ve uzaylıların lazer güdümlü oyuncaklarına göz dikmiştir. Tahliye için yapılan tehdit içerikli ikna turları sırasında beklenmedik bir kaza olur. Aslen saf, silik ve sakar bir tipe karşılık gelen Wikus, yaratıkların en zekisi Christopher Johnson’un 20 yılda oluşturabildiği –Çünkü Christopher, kumanda modülüne sahiptir ve uzay gemisini tekrar çalıştırıp oğluyla birlikte dünyayı terk etmek istemektedir- yaşamsal öneme haiz uzay sıvısını üstüne bulaştırır. Artık her geçen saat Wikus için işkenceyi de beraberinde getirecektir. Önce kolu ardından da tüm bedeni... Karideslerle dalga geçen Wikus’un yaratığa dönüşme süreci başlamıştır. Biricik aşkı karısından ayrı düşmenin üzüntüsüyle yıkılan Wikus, bir anda dünyanın en değerli adamı haline gelmiştir. Uzaylılardan başka kimsenin ateşleyemediği silahlar, bir insanın elinde kükremeye hazırdır. Kendini, yaratıkların kesip biçildiği laboratuarda bulan kahramanımız, can havliyle kaçıp kurtulur. Şimdi uzaylı Christopher ile işbirliği yapma ve yeniden insan olabilmek için kavga etme zamanıdır.

METROPOLİS’TEN DISTRICT 9’A BİLİMKURGU SİNEMASI

82 yıllık “Metropolis”ten bu güne bilimkurgu sineması, rüyalarımızı süslemeyi sürdürüyor. Altı değil 66 film çekilse doyamayacağımız “Yıldız Savaşları”ndan iyi başlayıp sonunda da bir çuval inciri berbat eden “Matrix”e, çocukların pek sevdiği “E.T.”den çarpıcı seyirlik “Yaratık”a, kült klasik “Bıçak Sırtı”ndan bilimkurgu masalı “Yapay Zeka”ya neler neler var zulamızda... Sonra Stanley Kubrick’in şaheseri “2001: Bir Uzay Destanı”nı, Andrei Tarkovsky’nin “Solaris” ve “Stalker”i, Terry Gilliam'ın “Brazil”i, Hayao Miyazaki’nin “Rüzgârlı Vadi”si... Seriler halinde ilerleyeceksek eğer “Maymunlar Cehennemi”, “Terminatör” ve “Geleceğe Dönüş”ü tartışmasız liste başı yapabiliriz. Efsanevi “Donnie Darko”, dizisi ve filmleriyle pek meşhur “Uzay Yolu”... Ardından “V”, “Şey”, “12 Maymun”, “Frankeştayn”...

Bir Uzakdoğu klasiği “Bir Başkasının Yüzü” (Tanin no kao), Sovyetler Birliği’nden “Kin-Dza-Dza”... 57 yıl aradan sonra yeniden çevrilen ve ne yazık ki; aynı tadı vermeyen “Dünyanın Durduğu Gün”. 1932 tarihli H.G. Wells’ten adapte edilen “Kayıp Sırlar Adası”. Bir bilimkurgu efendisi olan Wells’in “Görünmez Adam”, “Zaman Makinesi” ve “Dünyalar Savaşı”nı da unutmayalım. İki çevrimi de olmamış, kotarılamamış “Dr. Moreau’nun Adası”nı ise yekten unutalım.

Henüz izleme fırsatı yakalayamadığımız 2007 tarihli Japon bilimkurgu animasyonu “Evangerion shin gekijôban: Jo” ile 2006’da çekilen “Toki o kakeru shôjo”... Hazır animasyon demişken “Demir Dev” ile “Ghost in the Shell”i (şimdilik üçlediler) de atlamayalım.

Elbette, yakın tarihli filmler arasından da biz bilimkurgu hayranlarını mutlu eden yapıtlar çıktı. “Son Umut”, “Serenity”, çizgi roman uyarlaması “Demir Adam”, “Dünyalı” ve “Vol.İ”yi bir çırpıda sayabiliriz... Bu ay vizyona sokulacak olan “Zaman Yolcusu’nun Karısı” (Time Traveller’s Wife) ile “Suretler”i (Surrogates) de büyük bir merakla beklemekteyiz. Umarım, hüsrana uğramayız. Bunun dışında Filmekimi’nde de merak uyandıran iki bilimkurgu filmi var. Biri Shane Acker’ın “9”u... Yapımcılığını Tim Burton ve Timur Bekmambetov gibi iki delifişeğin üstlendiği 9, resmen iştahımızı kabartıyor. Öykü kısaca şu; yakın bir gelecekte makinelerin başkaldırıp insanları yok etmelerinin ardından dokuz bez bebeğe can verilir. Sizce de ilginç değil mi? Diğer filmimiz ise rock müzik yıldızı David Bowie’nin oğlu Duncan Jones’un (Zowie Bowie) yönettiği “Ay” (Moon)... NASA’nın Houston Uzay Merkezi’nde ders programına alınan bir bilimkurgu gerilim filmi... Ay, 1970’lerle 1980’lerin bilimkurgularına (Yaratık, Silent Running, Outland, Bıçak Sırtı) ithaf edilmiş. Ne denir? Yakışır.

Not; IMDB’de şimdilik 134 uyarlaması görünen çocuk düşlerimizin kılavuzu Jules Verne’i de anmadan noktayı koymayalım.

http://www.cinedergi.com/


13 Eylül 2009 Pazar

Adanalıyık, endüstriyel futbola karşıyık




Komünistlerin Beckham’ı

Bir peri masalı mı devrim hikâyesi mi bilinmez ama yarım kalmıştı. Livorno’nun ve solun yeşil sahadaki sancağı Cristiano Lucarelli Ukrayna’ya gitmişti. Kader bu yarım kalan hikâyeye göz yummadı. Lucarelli’yi doğup büyüdüğü kente geri getirdi. Üzerinde yükseldiği değerlere yeniden kavuşturdu. Belki eskisi kadar sivri dilli değil ama o hâlâ solun David Beckham’ı...

HÜSEYİN ATAŞ

Cristiano Lucarelli, endüstriyel futbolda romantik ruhlu bir futbol ikonu. Solcuların Beckham’ı da diyebiliriz. Adana Demirspor’la Livorno arasında oynanacak dostluk maçı için geldiği Adana’da sorularımıza cevap verirken İngiliz marka ve bayraklı spor ayakkabısını görünce puanını kırsak da o hâlâ bir idol.


Lucarelli’ye “son vuruşları çok iyi yapan bir santrafor”dan fazlasını ithaf eden elbetteki onun hayattaki duruşu üzerinde şekillenen hikâyesiydi. Torino’da top koştururken doğduğu kentin takımı Livorno’nun ikinci lige yükseldiği maçtan sonra sahayı işgal eden taraftarlardan biriydi. Ertesi sezon o da Livorno’ya döndüğünde yaşananlar sonu gelmeyecek bir devrim hikâyesine benziyordu.

Kimi futbolcular yüksek transfer ücretlerini kabul edip lüks içinde yaşıyordu. Ancak Lucarelli için o teklifler bir Livorno formasına değişilmezdi. Tutkusu ve inançları bazen tepki toplamasına da yol açıyordu. Attığı gollerden sonra Komünist Parti’den ödünç aldığı sol yumruğuyla taraftarlarını selamlaması, Livorno’nun İtalya milli takımından önce geldiğini açıklaması tartışmalı efsanesine bir çizik daha atıyordu hep.


Verdiği cevaplardan fark edeceksiniz, ilerleyen yıllarla birlikte biraz durulmuş ama öyle bir hikâyesi var ki geçen yüzyılda hayallerindeki toplumu statların etrafına inşa edeceğini sanan diktatörler Lucarelli’yle tanışsa ne düşünürdü acaba?




FUTBOL VE SİYASET İLİŞKİSİ


- Futbol ve siyaset arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz?


Futbolda siyaset her zaman var olacak. Hayatın her alanında olduğu gibi bu kaçınılmaz ama böyle olması bazen de oyunun önüne geçmiyor değil. Bu da futbolun ruhuna zarar veriyor.


- Bununla bağlantılı olarak futbolcuların siyasi görüşlerini açıklamasını doğru buluyor musunuz?


Sonuçta futbolcular da birer birey ve saha dışında sosyal yaşamları var. Her özgür insan gibi futbolcuların da siyasi görüşlerinin olması ve bunu açıklamaları bana gayet normal geliyor.


- Livorno’nun solcu bir takım olarak anılmasına ne diyorsunuz?

Öncelikle şunu belirteyim kulüp değil, futbolcular ve taraftarlar solcu. Solcu kulüp diye bir ifade bana yanlış geliyor. Bizim taraftarımızın hayata bakışları aykırı. Buna da saygı duyulması gerekiyor.


- Lazio ve Di Canio hakkında ne söylemek istersin?


Dediğim gibi solcu, sağcı takım diye bir şey olmamalı. Lazio’ya da, Di Canio’nun görüşlerine de saygı duyuyorum.


- İtalya’da “taraftar kartı” projesi gündemde. Ultra’lar (İtalyan Taraftar Grupları) fişleme operasyonu olarak gördükleri için karşı çıkıyorlar.

Bazı insanları eğitmek amacıyla herkesi cezalandıramazsınız. Ben de karşıyım bu projeye.



- Adana Demirspor - Livorno maçı sizin için nasıl bir anlam taşıyor?

İki takımında mazisi birbirine benziyor. Buraya Demirspor taraftarlarını onurlandırmaya geldik. Çok sportmen ruhlu bir maç oldu. Demirspor taraftarını ve Adana’yı çok sevdim özellikle havaalanındaki karşılama çok şaşırtıcıydı.

- Küba ve Livorno’nun bir hazırlık maçında buluşmasını düşlediğinizi açıklamıştınız. Bu hayaliniz devam ediyor mu?


Evet, hâlâ aynı hayali kuruyorum. Böyle bir maç gerçekten harika olurdu.






MİLLİ TAKIM UNUTULMAZDI


- Milli takım kariyerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Gök mavili formayı daha fazla giymek ister miydiniz?



Milli Takım’da geçirdiğim zamanlar unutulmazdı ve benim için çok özeldi. Tabi ki her futbolcu gibi milli takımımda olmayı isterim.

- Takip ettiğiniz Türk takımları var mı?


Aslında yok ama denk gelirse Avrupa Kupası maçlarını izliyorum.

- İtalya’da sürekli gündemi meşgul eden Mourinho hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben açık sözlü her insanı severim. Mourinho da fazlasıyla açık sözlü bir insan o yüzden çok sempati ile bakıyorum, beğeniyorum.

- Bu sezon Serie A’da kaç gol atmayı hedefliyorsunuz?


En az 15 gol atacağımı umuyorum.

Yeşil sahadan taşan değerler


Bazıları için kabak tadı vermeye başlayan bir hikâye futbol ve siyaset arasındaki ilişki ama geçen hafta Türkiye’deki bir 2. lig takımı ve İtalya’nın orta halli takımlarından biri arasında oynanan dostluk maçının çıkardığı gürültü, futbola plazma televizyonun hacminden daha geniş anlam yüklemeyenler için merak edilesi bir konuydu. Her iki takımın da taraftarları arasında yarattıkları etki saha içindeki hacimlerinden kat be kat fazlaydı, çünkü yeşil sahaya çıkarken üzerine giydikleri formaların taşıdıkları değerler köklerini stadın çok uzağında bir yerlerden alıyordu.


Evet Adana Demirspor işçilerin takımıdır, Livorno ise komünistlerin. Lazio’yu faşistler destekler, St. Pauli’yi ise anarşistler. Yakın gelecekte kalıplaşacak bu futbol kültürü hakkındaki basit çıkarımlar elbette ideolojik yandaşları derinden etkiler de, tek amacı sahaya çıkıp top koşturmak olan on bir adamın ayağında ne kadar değer bulur? Lucarelli iyi bir örnek, Livorno da öyle. Ancak bizzat Lucarelli’nin söylediği “kulüp değil taraftarlar solcu” sözü başka bir gerçeği daha işaret ediyor.


“Bir futbol takımı için alınan sonuç mu önemli yoksa sahaya taşınılan değerler mi” sorusu günümüzde çok da pratik cevaplar üretebiliyor. İtalya’da taraftar kartı uygulamasıyla birlikte Livornolu taraftarlar İtalya’nın dört bir yanına Kızıl bayraklarını taşıyamayacaklarsa ya da St. Pauli birinci sınıf locaları olan stadını hizmete sokmak üzereyse ve sonuç olarak futbol böylesi değişimlere açık bir sektörse kulüplerin üzerine oturtulan değerlerin sembolik olduğu anlaşılabilir. Yine de endüstriyel futbola karşı olmak ya da taraftarlara uygulanan baskıları protesto etmek adına sergilenen ortak duruşlar nasıl futbol siyaset adına bir araç haline gelebiliyorsa bunun tam tersinin de gerçekleşebileceğini gösteriyor.


Adanalıyık, endüstriyel futbola karşıyık




Aylar öncesinden dostluk maçı için Adana’ya davet edilen, “gelir mi gelmez mi” denilen Serie A takımlarından Livorno davete icabet edip Şakirpaşa’nın pistine iniverdi. Türkiye’nin üç büyüklerinden birisi gelse Şakirpaşa böylesine şen olmazdı o an. Havaalanında Lazio’ya edilen küfürlerle karşılanan Livorno kafilesi “Adana’ya gelen soluğu kebapçıda alır” geleneğini gerçekleştirdi. Kebaplar hazırlanırken önlerine gelen pideleri en hızlı mideye indiren ise Inter’in Livorno’da kiralık oynayan futbolcusu Nelson Rivas oldu. Livornolu futbolculara kebabın yanında şalgam içmelerini ne kadar önerdiysek de tatmadılar. Halbuki şalgamın rengi olan bordo-kızıl, hem forma hem de siyasi renkleri.


Stadın içinde neler yoktu ki! Adana Demirspor’un ateşli taraftarı ve Livorno taraftarının beraber söylediği Çav Bella’dan mı, yoksa Demirspor’un küçük amigosu Rafet’in 15 bin taraftara üçlü çektirdikten sonra Lucarelli’nin kucağında taraftar grubu olan Şimşekler’in huzurunda sol elle yumruk şov yapmalarından mı bahsetsek...


5 Ocak Stadı’nda akıllarda kalanlar oyun içinden çok tribünde yaşananlar oldu şüphesiz. Bırakın Türkiye’yi dünyada rastlanamayacak bir tabloydu Che, Filistin, Sovyet Rusya ve TKP bayraklarının açılması. Bu maç 30 yıl önce oynansaydı, bu sahneden sonra kıyamet kopardı herhalde. Düşünsenize binlerce insan Çav Bella’yı söylüyor, tribünlerde hemen her komünist ülkenin bayrağı var ve MHP’li Belediye Başkanı kalabalığı selamlıyor.


Bu tarihi maça sadece 15 bin futbolsever tanıklık edebildi. Adana Demirspor ve TRT arasında son ana kadar yapılan pazarlıklardan bir sonuç çıkmadı ve böylece maç hiçbir kanaldan yayınlanamadı. TRT yetkililerine göre maçın siyasi yönlere çekilmesi kararlarında etkili olmuştu. Ancak kimi iddialara göre TRT maçı, Adana Demirspor’a para ödemeden yayınlamak istemiş, isteği “doğal olarak” kabul edilmeyince de siyaset bahanesinin ardına sığınmıştı


anadoludanfutbol.blogspot.com

Not; Lucarelli’nin taktığı Demirspor atkısını bana hediye eden hemşerim Hüseyin Ataş ile röportajda büyük emeği geçen futbol sevdalısı Deniz Ülkütekin kardeşlerime sevgiler...
CUMHURİYET PAZAR DERGİ / 13 Eylül 2009