31 Aralık 2010 Cuma

“Şeylerin Boktanlığı”, Roy Orbison ve “Çölde Kutup Ayısı”



ALPER TURGUT


29. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde, Şakir Eczacıbaşı anısına verilen “Altın Lale Uluslararası Yarışma Ödülü”nü kucaklayan “Şeylerin Boktanlığı” (De Helaasheid Der Dingen), nihayet dokuz ay sonra 21 Ocak 2011 günü tam üç (3) kopyayla, “Çölde Kutup Ayısı” adıyla vizyona giriyor. Bahtsız Bedevi ile çöldeki Kutup Ayısı'nın ilişkisi elbette namahreme giriyor ve böyle ‘boktan şeyler’, nitekim bizi ırgalamıyor. Şaka bir yana, Şeylerin Boktanlığı, gerçekten şiir gibi bir film. Sert, haşin ve hüzünlü… Hınzır, edepsiz ve gülünç… Lümpen ve kaybeden… Zarif ve kaba saba… Evet, evet, bu film, ziyadesiyle aykırı, tipik bir ayrıksı ve tam tekmil öteki… Tutunamayanlara ve zavallı masumiyetimize dair…

Belçika'nın yeni kuşak yönetmenlerinden Felix van Groeningen, “Steve + Sky” (2004) ve “With Friends Like These”in (2007) ardından 2009'da Şeylerin Boktanlığı ile bizlerden kocaman bir alkış alıyor. Dimitri Verhulst'un kitabından uyarlanan filmin senaryosu ise Christophe Dirickx ve yönetmenimiz Felix Van Groeningen'e ait. Şeylerin Boktanlığı, nam-ı diğer Çöldeki Kutup Ayısı'nın belli başlı rollerinde, Kenneth Vanbaeden, Valentijn Dhaenens, Koen De Graeve, Wouter Hendrickx, Johan Heldenbergh, Bert Haelvoet, Gilda De Bal ve Natali Broods var.


Film, resmen kadife sesli ünlü ABD’li şarkıcı ve söz yazarı Roy ‘Kelton Orbison’a (1936 – 1988) adanmış, hani “Only the lonely” ve “Pretty woman”ı yaratan adama. Karısını motosiklet kazasında, iki oğlunu da yangında yitiren kaderin sillesini yemiş Orbison ile filmin marjinal kahramanları, duygudaşlık kurarlar. Bu özdeşleşme o denli yoğundur ki; Orbison battığında, onlar da çuvallar, yükselişe geçtiğinde, mutlu ve güzel günler kapıdadır.


Kahramanlarımız derken, 13 yaşındaki Gunther’in, alkolik babası ile delibozuk üç amcasından söz ediyoruz. Belçika’da el kadar bir kasabada, yoksul, cahil ve çılgın dört koca adam, ana ocağına geri dönmüştür. Melek muadili pamuk gibi bir anne, bu baş belası tiplere, adeta kol kanat germiştir. Küçük Gunther, tuhaf, tatlı ve ıstıraplı ergenlik yıllarını, işte bu dingonun ahırında geçirecektir. Arada kadın gibi giyinerek partilere koşan, çırılçıplak bisiklete binen, en çok alkol tüketme yarışlarına katılan, uluorta seks yapan, annelerinin astığı çamaşırlara pislediği için komşunun kuşlarını tüfekle vuran, kumarbaz, ağızları bozuk, kavgacı ve büyümemeye yeminli çocuklar bunlar. Aslında Strobbe’ler, birbirlerine sımsıkı bağlı, tertemiz kalpli adamlar, zararları daha çok kendilerine ama Gunther’in de hayatını mahvediyorlar, haberleri bile yok. Filmde bir sahne var; oğullarından birinin kumar borcu yüzünden eve haciz memuru gelir, annenin tek keyfi, TV izlerken uyumaktır. Memur, dört iriyarı çocuktan ürkmesine rağmen, fakirhanede işe yarar tek şey olan, televizyona göz dikmiştir. O esnada anne, televizyonun tozunu almaya başlar, oğulları ona çıkışır ve anne yanıt verir; “Böyle tozlu tozlu verilmez, ayıptır”. Öyle işte, hem absürt hem de ana gibi sıcak bir film bu.


Arada Gunther’in yetişkin olduğu döneme geçeriz, sorunlu çocuk ve sorunlu büyük çocuk Gunther diye iki koldan ilerler yapım. Bizim delikanlı, yazar olmak istemektedir, anlatmak istediği yegâne şey ise aylaklıkla örülü kendi öyküleridir.


Yaşamı anlatıyor bu film, kâh acıtarak, kâh okşayarak. Günlük hayatın gülünçlüklerini, kapitalizme küfreder gibi, sarhoş eder gibi kurguluyor. Oyunculuklar nefis, öykü bildik, kirişi kırmak ve şans kapısını aralamak, basitliğinde, özetle. Arada çaktırmadan siyasi mesajlar da veriyor, kadın-erkek ilişkilerini, çocuk dünyasını, evlat sevgisini, pek çok iğrençliği ve anlamlı-anlamsız her şeyi ne de güzel harmanlıyor. Ezcümle; bu film kaçmaz.


Ne hakiki, ne de sahte; ‘Aslı Gibidir’



ALPER TURGUT


2010’u, yedi yeni film ile uğurluyoruz. İçlerinden en iyisi ise İranlı usta Abbas Kiarostami’nin yazıp, yönettiği “Aslı Gibidir” (Certified Copy), kesinlikle. İtalya’yı fona oturtan İranlı yönetmen, sanat ile hayatı harmanlıyor, kadın-erkek ilişkisinin, dillerin ve milliyetlerin ötesinde, evrensel bir kimliği olduğunu fısıldıyor. Üstelik bu ilişkinin gerçek olması da şart değil, ama hiçbir şekilde sahte de değil. Hani orijinale yakınlığı onaylansın ve belli bir resmiyet kazansın diye “Aslı Gibidir” damgası vurulur ya, işte o hesap. Filmi, ünlü Fransız aktris Juliette Binoche ile daha önce oyunculuk deneyimi olmayan İngiliz opera sanatçısı, bariton William Shimell sürüklüyorlar. Oyunculuk adına müthiş bir iş… Hatta Binoche, Cannes Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Bu performans, hak ediyor, emin olun.

James Miller (Shimmel), Toscana’ya sanat tarihi üzerine yazdığı kitabını imzalatmaya gelmiş bir yazardır, Elle (Binoche) ise memleketi Fransa’yı terk ederek İtalya’ya yerleşmiş ve sanat galerisi açmış bir çocuk sahibi bir kadındır. Elle, James’e hayrandır, ona şaraplarıyla meşhur Toscana’yı gün boyu gezdireceği için heyecanlı ve mutludur. Tanışma faslından sonra saatler ilerledikçe yakınlaşır ve kaynaşırlar, gerçekliği sorgularlar, hayattan, sanattan ve ilişkilerden konuşurlar. Sonra karı koca rolüne soyunurlar. Yeni mi tanıştılar, yoksa yıllardır bir aradalar mı? Her şey karmakarışık bir hale gelir. Bu yeni başlangıçtır belki de, ya da tükenen bir ilişkinin son demleri. Tartışırlar, küserler, yalnızlıklarına çare, aşka bahane ararlar. Ne hakikidir, ne kopyadır, ne gerçektir ne de sahtedir, hayat bazen “Aslı Gibidir”. Bu güzel film, ne yazık ki, iki kopyayla gösterime giriyor. Yine de kaçırmamalı.


HAYDE BRE


Orhan Oğuz’un filmlerine karşı son dönemde oluşan önyargımı yıkan yapımdır, “Hayde Bre”. Antalya ‘Altın Portakal’ Film Festivali’nin yarışmacılarından olan bu seyirlik, bazı kötü oyunculuklar, kimi karakterlerin altının boş olması, tekrarlar ve küçük aksaklıklar dışında beğenimizi kazandı. Büyük kentte adeta boğulan eski pehlivan Şaban Aga rolündeki Şevket Emrulla ile üç çocuklu, kocası felçli, İstanbul’da hayata tutunmayı çabalayan Balkan göçmeni Saadet karakterini canlandıran Nilüfer Açıkalın, gerçekten iyi oynamışlar, solcu rolündeki İlker İnanoğlu ise filmin yumuşak karnı, resmen olmamış, tökezlemiş, iğreti durmuş. Orhan Oğuz, 10 yıldır üzerinde çalıştığı bu projeyi, kendi çocukluğundan yola çıkarak oluşturmuş. Makedonya ve İstanbul arasında mekik dokuyan film, gurbette olmak, sıla özlemi, yalnızlık, çaresizlik, kesişme, yoksulluk ve yoksunluk üzerine. İzlemeye değer.


MEMLEKETİN ‘SİNEMA’ MESELESİ

“Memlekette Demokrasi Var”ın şokundan yeni kurtulmuştuk ki, karşımıza bu kez “Memleket Meselesi” çıktı, tamam, memleketi sürelim beyazperdeye lakin sinemaya dair bir meselemiz de olsun. Ne yazık ki; Yok… Ahmet Uğurlu ve Füsun Demirel, bu memleketin en iyi oyuncularından, hiç şüphesiz, ancak onlar ne yapsın senaryo zaaf taşırken. Siyasi mesaj, sululuktan okunmuyor, bir eğitim emekçisinin, polisten yediği tokat ve devamında gelişen olaylar, seyirciyi etki altına almıyor. Dizilerden gelen ve ilk kez bir sinema filmi yöneten İsa Yıldız, umarım gelecekte TV’den beyazperdeye sağlam bir geçiş yapar. İşte tam da bu yüzden, noksanlıkları, acemiliğe verelim ve daha fazla da detaya inmeyelim.


KÜÇÜK ÜLKENİN ZAMANE DEVİ


“Gulliver'in Gezileri” (Gulliver's Travels), eski bildik öyküye sırtını dönmüş, üç boyutlu bir asri zamanlar masalı. Gülüver, güldürüver, gülücükver, güdüver gibi abuk sabuk ve bin kez tekrarlanmış kelime oyunu odaklı anti-espri girişimleriyle bu filmi anlatmayacağız, rahat olun. Öncelikle Gulliver’in 285 yıllık harika serüvenini, kendince modernize eden ve popüler kültür öğeleriyle bezeyen bu yapım, hem derinlikten yoksun, hem de kopuk kopuk. Klasik bir uyarlama, kendi adıma tercihimdir, itici bir tip ve zorlama bir komik olan Jack Black’in Gulliver rolüne soyunması ise film adına büyük bir şansızlık. İrlandalı yazar Jonathan Swift’in klasik eserinden uyarlanan filmi, çektiği animasyonlarla (Monsters vs Aliens ile Shark Tale) tanınan Rob Latterman yönetti. Filmin belli başlı rollerinde, Jack Black dışında Emily Blunt, Jason Segel, Amanda Peet ve Billy Connolly var. Sevda uğruna, Bermuda Şeytan Üçgeni’ne doğru yola çıkan Gulliver, kendini minicik insanların vatanı Lilliput’ta bulur. Evet, kesinlikle önermediğimiz bir film bu, kısaca zaman kaybı.


KUKURİKU: KADIN KRALLIĞI


Müsamere muadili “Kukuriku: Kadın Krallığı”nı Hasan Özsoy yazdı, Serkan Ok yönetti. Filmin oyuncu kadrosu ise şu isimlerden oluşuyor; Levent Ülgen (Kaldıray), Didem Erol (Kodurgalı), Ali Düşenkalkar (Dübürük), Serap Aksoy (Zambak), Ceren Soylu (Ambar), Çağıl Taşbaşı (Kadife), Necip Memili (İmdat), Ayşen Gruda (Sülüklü Albız), Cenk Gürpınar (Abış), Melike Öcalan (Perihan), Bahattin Doğan (Babaruhi), Ayta Sözeri (Beton), Ufuk Karali (Dursun), Hüseyin Akşen (Göbelek) ve Göksel Bekmezci (Yeter). Hiç üşenmedim ve neredeyse tüm oyuncuları yazdım, çünkü üstüne konuşacak fazlaca bir şey yok. İktidar kadına geçince ne olur? Elbette, kadın, erkekleşir. İşte bu minvalde ilerleyen kötü, abartılı ve bel altı bir masal, Kukuriku, tam olarak. Kukuriku gibi filmleri çekmeye devam edersek, sittin sene, “Şalvar Davası”nı da, “Kibar Feyzo”yu da aşamayız. Tavsiye etmiyoruz.


ÇAPKINLAR DA DUVARA TOSLAR


“Hallam Foe”, “Asylum” ve “Young Adam-Tutku Nehri”nin İngiliz asıllı yönetmeni David Mackenzie, “Çapkın” (Spread) ile Hollywood’un, jigolo hikâyelerinden asla vazgeçmeyeceğini bizlere yeniden hatırlatıyor. Bu kez jigolomuz Ashton Kutcher, hani fena da oynamamış. Ayrıcalıklı bir hayat için karizmasını, yakışıklılığını ve doğal olarak bedenini, zengin kadınlara sunan Nikki, Los Angeles’i mesken eylemiştir. O, lüks yaşam için kadınları fetheder, yaman bir avcıdır, avlananlar ise kalpleri kırılana dek bundan hoşnuttur. Eğlence, keyif, zevk sürer gider, ta ki jigolonun “asla âşık olma” kuralı yıkılana dek. Hele bu sevda öyküsünde, karşı taraf senin kadın bir benzerinse, yandın demektir. “Şampuan”, “Tiffany’de Kahvaltı” ve “Amerikan Jigolo”nun izinden giden Çapkın, öyle ahım şahım bir yapıt değil, şaşırtmıyor, sürüklemiyor, sarsmıyor. Konu ilginizi çektiyse gidin, yoksa boş verin derim.


YAPILMIŞI VARDI ZATEN


Hollywood işi “The Experiment”, Alman yönetmen Oliver Hirschbiegel’in 2001’de çektiği meşhur ve güzelim “Deney”in (Das Experiment) yeniden çevrimi, özetle. Her ne kadar Adrien Brody ve Forest Whitaker gibi Oscar’lı iki aktörü, mahkûmlar ve gardiyanlar içerikli kanlı deneyinin odağına oturtsa da, eski versiyonunun etkileyiciliğinden fersah fersah uzakta, bu yapım. Önerimiz, Almanya orijinli asıl filmin DVD’sini alıp, izlemeniz yönünde. Zaten yapılmışı var, üstelik tokat gibi bir film, kötü bir taklide şans tanımamak gerek.