3 Mayıs 2011 Salı

‘Başkaldırı’ya sansür



CEREN ÇIPLAK


Kazım Özün filmi Ax(Toprak), Çayan Demirelin Dersim 38inden sonra şimdi de Aydın Orakın arşiv görüntüleri eşliğinde 1992 yılında Şırnak Cizredeki kanlı Nevruzu anlattığı filmi Bir Başkaldırı Destanı: BerivanKültür ve Turizm Bakanlığının sansürüne takıldı. Geçen haftalarda belgeselinin bakanlığın engeline takılmasına ilişkin bir basın toplantısı düzenleyen ve sansüre tepkisini dile getiren Orakın filminin önümüzdeki ay gösterime girmesi planlanıyordu.

Kültür ve Turizm Bakanlığınca gazetemize yapılan açıklamada, filmin salt bakanlıkça değil, bakanlık bünyesinde toplanan Sinema ve Video Eserlerini Değerlendirme, Sınırlandırma ve Sınıflandırma Komisyonunca sakıncalıbulunduğu belirtiliyor.

Aydın Orak, 50 dakikalık belgesel filminin bakanlığın engeline takılmasıyla ilgili olarak Sanatsal bir faaliyet için izinisteniyorsa ve bu izin verilmiyorsa ne kadar geride olduğumuzun resmidirdiyor.

Öte taraftan film, daha birkaç hafta önce 30. İstanbul Film Festivalinde sakıncalıbulunmayarak sinemaseverlerle buluşmuştu. Festivalin direktörü Azize Tan filmin yasaklanmasını demokratikleşme ve düşünce özgürlüğünün çokça tartışıldığı bugünlerde endişe verici bulduğunu söylüyor ve Sansür uzun yıllardır ülke gündeminden uzaklaşmış görünse de aslında hiçbir zaman tam olarak ortadan kalkmadıdiyor. Tan festivalin 30 yıllık tarihinde sansüre karşı ciddi mücadeleler verildiğini de belirterek bir de örnek veriyor. “1988’de Elia Kazanın jüri başkanı olduğu yıl beş filmin sansürlenmesi üzerine Elia Kazan Türkiyeden sanatçılarla yürümüş ve sansürün en azından festivallerde gösterilen yabancı filmlere uygulanmaması konusunda bir değişiklik yapılmıştı.”

Filmin komisyon tarafından Anayasamızın temel ilkelerine aykırı, kamu düzenini olumsuz yönde etkileyici, tarihi olayları çarpıtan, toplumda kin ve nefret düşmanlığını körükleyen ve PKK propagandası yapan unsurlar içerdiğine kanaat getirilmesine de yanıtı var Orakın Siz devlet adına veya darbe anayasasından yola çıkarak bir filmi izlerseniz, tabii ki anayasaya aykırı olarak değerlendirirsinizdiyor. Orak Burada karar vermesi gereken bir merci varsa o da seyirci olmalı diyerek filmin Doğrudan panzerden ateş açma, insanların kafalarını panzerle ezme görüntülerinin yer aldığı, kurmaca bir diyalog, bir görüntünün bile olmadığı, tanıklarının hepsinin gerçek olduğu bir belgeselolduğunu vurguluyor.

Gazetemizin sinema yazarı Alper Turgut iseBerivanın gerçekten beslendiğini, 1992 yılında Cizrede yaşananların, son günlerde Güneydoğuda yaşananlardan farkı olmadığına değinerek sansüre şu sözlerle tepki gösteriyor: Ahmet Şıkın henüz çıkmamış İmamın Ordusukitabını yasaklayıp bulunduranların terörist ilan edildiği günümüz Türkiyesinde artık bana şaşırtıcı gelmiyor. AKPnin ileri demokrasidiye dillendirdiği şey, memleketi özgürlükler yönünden geriye götürüyor. Sonuçta Berivan’, sansürlenen ilk belgesel de değil. Gerici zihniyet hâkim olduğu sürece, son da olmayacak. Ne yazık ki… ”

16 Şubat 2011 Çarşamba

Sinyora Claudia’yla Türk olmak



© Bir zamanlar büyük usta Visconti’nin vazgeçilmezlerinden olan Cardinale, Ali İlhan’dan sonra Ferzan Özpetek’le de çalışmak istiyor. ‘Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak’ filminin oyuncularını başarılı bulan Cardinale, İsmail Hacıoğlu’nu ise çok başarılı olarak niteliyor.

ALPER TURGUT

Claudia Cardinale, beyazperdenin evrensel ve efsanevi aktrislerinden biri, hiç kuşkusuz. Tunusta doğup İtalyaya geçen, ardından da Hollywoodu fetheden Cardinale, 1960ların en güzel kadınlarından biriydi, bizde de eski Ses ve Hayat dergilerinde 57 kez kapak olmuştu. Bugüne dek Mauro Bolognini, Federico Fellini gibi ustalarla çalışan Cardinale, Luchino Viscontinin ise vazgeçilmeziydi. Bugün 73 yaşında olan Cardinale, tam 53 yıldır sinemanın içerisinde ve kariyerine yüzü aşkın projeyi sığdırmasını bildi. Bu hafta gösterime girecek olan Ali İlhan yönetimindekiSinyora Enrica ile İtalyan Olmakadlı filmde başrol oynayan Cardinale İstanbuldaydı.

- Henüz ilk filmini çeken yönetmen Ali İlhanın projesinde yer almak için John Malkovichin teklifini reddetmişsiniz. Neden?

Ali İlhan, Parise benimle tanışmaya geldiği zaman heyecanından çok etkilendim. Senaryosunu da çok beğendim. Kariyerimde genç yönetmenlerle çalışmaya önem veriyorum. Onlara destek olmak için değil, karşılıklı bir alışveriş içinde olduğumuz için onları seçiyorum. Alinin filminden önce de Tunusta ve New Yorkta ilk filmlerini çeken yönetmenlerin filmlerinde rol aldım.

- İsmail Hacıoğlu ve Teoman Kumbaracıbaşı gibi Türk oyuncularla kamera karşısına geçtiniz. Oyunculuklarını nasıl buldunuz?

Önemli olan karşınızda iyi aktör ve aktrisler olmasıdır. Onlar kötü olursa iyi bir sonuç çıkaramazsınız. Her biri birbirinden başarılıydı. Ama İsmail çok başarılıydı.

- Filmin en çok hangi sahnesini sevdiniz?

Erkekler ve köpekler giremez tabelasının asıldığı sahneyi çok sevdim.

- Kariyeriniz sayısız ödülle dolu ama Altın Portakal Film Festivalinde En iyi kadın oyuncu ödülünü alarak ilk defa ulusal kategoride ödül alan yabancı bir oyuncu oldunuz. Bunun sizin için bir önemi var mı?

Ödülleri koyacak yer bulamıyorum artık. Ama Türkiyede bu kadar önemli bir festivalden ödül almak beni memnun etti. Hayatımda birçok ödül almış olabilirim ama bu ödül benim için önemliydi.

- Türk sinemasını nasıl buluyorsunuz?

Sinemada en önemli şey işbirliğidir. Böylece sinema dünyadaki izleyicisine kavuşur. Sinyora Enrica ile İtalyan Olmakfilmi aslında bir Türk yapımı ama ortak bir kültür var.

- Çalışmak istediğiniz başka Türk yönetmenler var mı?

Ferzan Özpetek, filmlerini İtalyada çeken bir dünya yönetmeni. Kültürel tanıtım için sinemada işbirliği güzel olacaktır. Ferzan Özpetekle ve yeniden Ali İlhanla film yapmak isterim.

- Yeni bir proje

Pek çok senaryo geliyor, hepsini tek tek okuyorum. İçlerinde yakın dostum Kevin Kline ile karşılıklı oynayacağımız bir film projesi de var.

4 Şubat 2011 Cuma

Aşk Tesadüfleri Sever



ALPER TURGUT


“Aşk Tesadüfleri Sever”, adı da üzerinde zaten, sevdaya dair bir kesişme öyküsünü kurguluyor. Üç milyonu aşkın seyirciyi sinemaya çeken “Eyyvah Eyvah 2”den sonra bu yılın en iyi ikinci yerli filmi, şüphesiz. Masum bir dili var öncelikle, yer yer neşeli ve hüzünlü de üstelik. Teknik becerisi gayet iyi, müzikleri ayrı bir güzel… Ankara ve sevda aşkına, izlemeli derim.

Filmi Ömer Faruk Sorak çekti, yapımcılığını da Oğuz Peri üstlendi. Senaryo Nuran Evren Şit Erdik’e ait, müzik ise Ozan Çolakoğlu’na… Aşk Tesadüfleri Sever’in görüntü yönetmeni Veli Kuzlu… Filmin başrollerinde Belçim Bilgin ve Mehmet Günsur var. Bunun dışında Ayda Aksel, Altan Erkekli, Şebnem Sönmez, Hüseyin Avni Danyal, Yılmaz Gruda ve Yiğit Özşener diğer kilit rolleri sırtlamışlar. Oyuncu kadrosu oldukça geniş, hatta Cezmi Baskın, Cansel Elçin, Arif Keskiner ve Ayşe Arman da filmde kısa roller üstlenmişler.

Aşk, tesadüfleri seviyor ya, peki, tesadüfler de aşkı seviyor mu? Kader ağlarını örmüşse, insan ne yapabilir, bu yüzden yanıtı biz bilecek değiliz, kesinlikle sorumlu yoldaşa, yani Eros’a sormak gerek. Evet, bizim öykümüz rastlantıya fazla abanmış, hani ana karnındayken, bebekken, çocukken, gençken, olgunluğa demir atmışken, birbirlerinin yakınında dolanıp durmuşlar. Hayat oyununu oynamış ve birbirleri için yaratılmış bu erkek ve dişi, Ankara’dan İstanbul’a sürüklenmişler, çoğunda teğet geçmiş, azında yakalanmışlar.

Geri dönüşler ile memleketin, 70’li, 80’li, 90’lı ve 2000’li yıllarına konuğuz. Şans faktörü, Özgür ve Deniz’in hikâyesinde, bazen destek, bazen de köstek oluyor. Başlarında sevda yeli, komik anlar, nostalji takviyesi ve elbette dram. Kısmet ve nasip işleri, zamanlama hatası ve aşkın meşhur senkron kayması… Aşk Tesadüfleri Sever, yazgı ise nihai kararı verir.

Başkenti fon alan filmler giderek çoğalıyor, bu güzel bir haber. Sonra aşk filmleri çekmekte adeta özürlü olan ülkemiz sinemasını adına Aşk Tesadüfleri Sever, gayet iyi bir proje. Aşk filmlerinin klişeleri yerinde kullanılıyor, bazı yabancı filmlerden de etkilenilmiş, senaryodaki bazı aksaklıklar, inandırıcılığı sarsmıyor, bütünü bozmuyor, ben başka bir final seçerdim misal ama var olan da sırıtmıyor. Belçim Bilgin, beyazperdeye yakışmış, fena da oynamamış. Mehmet Günsur, alınmasın ama aktörlük ona göre değil, iyi görüntü veriyor, ötesi yok. Belçim Bilgin ve Mehmet Günsur’un kimyası uymuş, bunu belirtelim. Öte yandan bakın Ayda Aksel, Şebnem Sönmez ve Altan Erkekli’ye, onlar, işlerini gayet güzel yapıyorlar.

Şimdi kaderci yaklaşmayalım diyorum ama mukadderat diye de bir şey var, değil mi? Tıpkı sözleri Murat Mungan’a ait, Müslüm Gürses’in seslendirdiği “Aşk Tesadüfleri Sever” şarkısında olduğu gibi;

Aşk tesadüfleri sever
Kader ayrılıkları
Yıllar geçmeyi sever
İnsan aramayı

Güller açmayı sever
Zaman soldurmayı
Eller birleşmeyi sever
Yollar ayrılmayı

Herkes geçmişi öder
Bir yol ayrımında
Başlamak istersen
Yeni bir hayata
Gölgeni yedek
Bırak ardında

Hayat tekrarları sever
Yeniden başlamayı
Kuşlar dalları sever
Kanatlarsa uçmayı.

1 Şubat 2011 Salı

Ak ile kara ve ille de mükemmeliyet



ALPER TURGUT


“Siyah Kuğu”ya (Black Swan) dek, kimse bana bale, bale belgeseli, bale filmi (operayı saymıyorum bile) izletemezdi, sevmezdim, beğenmezdim, istemezdim. Sonra işte Siyah Kuğu’yu izledim, her dem karşı çıktığım, hatta burun kıvırdığım, işte bu sanat değil diye kanaat getirdiğim bale, gözüme nasıl da güzel göründü, anlatamam. Önyargımı yıktı bu film benim, bale için korkunç bir efor, büyük bir emek ve müthiş bir konsantrasyon gerektiğini öğrendim. Ve içeriğinde de; Hırs, azim, nefret, kibir, mutluluk, mutsuzluk, yani insana dair her şey vardı.


Evet, Darren Aranofsky, “Pi”, “Bir Rüya İçin Ağıt”, “Hayat Ağacı” ve “Güreşçi” ile rüştünü ziyadesiyle ispatlayan bir yönetmen. Siyah Kuğu ise onun, irtifa kaybetmeden yoluna devam ettiğini gösteriyor, artık ustalık döneminde neler izleriz, kim bilir? Salt siyah ile beyazdan oluşan, griden muaf senaryo, Mark Heyman ve Andres Heinz’e ait. Başrollerde ise Natalie Portman, Mila Kunis, Winona Ryder, Vincent Cassel, Barbara Hershey var. Çocukluğundan beri takip ettiğimiz, büyüyüp serpildiğine ve giderek yetkinleştiğine şahit olduğumuz Natalie Portman, hayatının performansını ortaya koyuyor, en iyi kadın oyuncu dalında Oscar’ın tartışmasız favorisi… Ne diyelim? Hak ediyor, kesinlikle… Mila Kunis, ayrı döktürüyor, Barbara Hershey ayrı. Vincent Cassel, zaten Nefret’ten (La Haine) bu yana sevdiğimiz bir aktör, iyi oynaması şaşırtıcı değil. Kısacık bir rolü olan meşhur kleptomanımız Winona Ryder da forever Winona dedirtiyor (Aslında eski manitası Johnny Depp dövme yaptırmıştı böyle).


New York’ta yaşayan balerin Nina, kusursuzluk arayışındadır ve bu onu kontrol manyağı haline dönüştürmüştür. Nina’nın, mükemmel olmak arzusu, baskıcı ve hırslı annesi Erica tarafından kamçılanmaktadır. Eski bir balerin olan Erica, Nina’ya adeta kendi pişmanlıklarını yıkmaktadır. Oyun yönetmeni Thomas Leroy, ünlü Kuğu Gölü balesini uyarlamaya karar verir ve yıldızı olarak Nina’yı seçer. Yeni baş balerin Nina, sorunlu ve yaşı ilerlemiş selefi Beth MacIntyre’i saf dışı bırakmıştır. Ancak bu kez de devreye, dünya yansa umurunda olmayacak bir tip olan güzeller güzeli Lily girer. Lily, Nina’nın tam zıddıdır ve bu hal, rekabeti ve yeni doğacak bir yakınlığı körükler. Evet, iyilik timsali Beyaz Kuğu ile karanlığın güzeli Siyah Kuğu’yu canlandırmak, hep bembeyaz yaşamış Nina’yı eninde sonunda dönüştürecektir.


Sesin kullanımı, müzik, koreografi, görsellik, haliyle filmin artıları… Giderek artan gerilim, şık bir final, karakterin dönüşümü, yan karakterlerin desteği, diyaloglar, hemen her şey neredeyse tastamam. Ama neredeyse… Siyah Kuğu, bir başyapıt olamaz. Ambalajı çok güzel ama kusursuz değil. Kişilik dışında meselesi yok. Senaryo ise mevzubahis, “Başlangıç” (Inception) var, üzerine düşünmek ise istenilen “Biutiful” ile “Benim Hikâyem” (Barney’s Version) ne güne duruyor.


Şimdi filmin ayrıntılarına daha da girmek isterdim lakin “spoiler” derler, belki de demezler, çünkü Siyah Kuğu gösterime girmedi ama neredeyse izlemeyen de kalmadı. Yine de bu filmi, sinemada seyretmeli, inanın çok daha farklı, buna kesinlikle emin olabilirsiniz.


Peki, bir daha bale ile ilgili bir şey izler miyim? Sanmam, öncelikle çok aristokrat işi buluyorum. Kanımca estetiğin fazlası da zarardır. Yani sentetik geliyor, sempatik gelmiyor. İşte öyle bir şey…

Cinedergi

28 Ocak 2011 Cuma

Kurtlar Vadisi: Mavi Marmara




ALPER TURGUT


Neredeyse tamamı çatışma sahnelerinden oluşan ve resmen İsrail’e savaş açan bir intikam filmi görünümündeki “Kurtlar Vadisi Filistin”, tek kelimeyle misillemeye dair. Mavi Marmara gemisinde, İsrailli askerler tarafından gerçekleştirilen ve dokuz can alan kanlı baskına, Kurtlar Vadisi’nin takım elbiseli ve gerçekten oyunculuktan bihaber elemanları, beyazperdeyi kırmızı perdeye çevirerek karşılık veriyorlar. Bu yapım, inanç ve duygu sömürüsü odaklı ve elbette, tek hedefi gişe…

Filmin yönetmeni Zübeyr Şaşmaz, yapımcısı Raci Şaşmaz. Senaryo ise Raci Şaşmaz, Bahadır Özdener ve Cüneyt Aysan’a ait. Kurtlar Vadisi Filistin’in başrollerinde Necati Şaşmaz, Gürkan Uygun, Kenan Çoban, Nur Aysan, Erdal Beşikçioğlu, Erkan Sever, Zafer Diper, Umut Karadağ ve Mustafa Yaşar var.

Kurtlar Vadisi Filistin, salt aksiyon üzerine kurulu, hatta şu ana kadar, Türk sinemasında bu ölçekte ve teknik açıdan bu yetenekte bir film çekilmedi. Ancak bitmek bilmeyen sıcak çatışma sahneleri, bir süre sonra hem gerçeklikten kopmanıza neden oluyor, hem de baygınlık vermeye başlıyor. Hatta bilgisayar veya Playstation’da bir savaş oyununu oynuyorsunuz hissine kapılıyorsunuz. Misal “Call of Duty” diye bir oyun var, sürekli adam öldürmek, helikopter düşürmek, tankları durdurmak zorundasınız. Ancak, film ile bu oyun arasında işte böyle bir benzerlik var bile diyemiyoruz. Çünkü yeni nesil savaş oyunlarının senaryosu, emin olun ki; Kurtlar Vadisi Filistin’den çok daha iyi. Diğer yandan çatışmalar dindiğinde yaşanan diyaloglar, inanın saçmalıktan öte değil. Filmin tek dili hamaset… Bir de filmin ortasında, bir zikir sahnesi var, niye çekilmiş belli değil, kesinlikle eğreti duruyor. Filmde bazı İsrailli askerler dışında hemen herkes Türkçe konuşuyor, karakterler oturmamış, karikatürize ve ucuz duruyor. Kurtlar Vadisi Filistin, Mavi Marmara ile açılıyor ve ardından yarım yamalak bir öç öyküsü başlıyor.

Evet, Polat Alemdar, Memati ve Abdülhey’den oluşan Türk vurucu timi, Mavi Marmara’nın sorumlusu olarak gördükleri saçını atkuyruğu yapan asri zamanlar kovboyu Behzat Ç.’nin peşine düşüyorlar. Affedersiniz, ekip, İsrailli komutan Moşe Ben Eliezer’in öldürmek istiyor. “Hayat Var” ve “Bal”da harikalar yaratan Erdal Beşikçioğlu, zaten filmi izlenir kılan yegâne şey. Şimdilerde adeta fenomene dönüşen “Muhteşem Yüzyıl”da, Kanuni’nin ilk gözdesini canlandıran Nur Aysan ise filmde, bizim muhteşem üçlüye katılmak zorunda kalan Amerikalı Yahudi tur rehberi rolünü üstleniyor. Film boyunca, iyi olan tek Yahudi’de o, çünkü Polat Alemdar, tüm İsrailli şahinlere, vaat edilmiş topraklar yerine, toprak altını öneriyor. Neyse… Sevgiden muaf, ürkek ve hapla sorunlarını aşmaya çalışan bu Yahudi kadın, altın kalpli Müslüman Filistinlilerden çok etkileniyor, hatta onların kıyafetini giyiyor. Neredeyse din de değiştirecek ama film bitiyor. Kanı kan ile yıkama heveslisi, şiddet yanlısı, barışı değil savaşı savunan bu filmi, önermemiz mümkün değil.

7 Ocak 2011 Cuma

Hür Adam: Dinmeyen bir öfkeye dair




ALPER TURGUT

“Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi”ye dair ne söylenebilir; bir özyaşamöyküsünden ziyade, tarikat odaklı, dini motifli, Cumhuriyet ve laiklik karşıtı bir siyasi propaganda için çekildiği zaten malum iken. Belki, Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir filmin yapamadığı oranda ve günümüz koşullarının da yardımıyla hatlarını gayet belirgin çizdiğini, hedefini direkt belirlediğini vurgulayabiliriz. Elbette, sistem eleştirilebilir, yanlış sorgulanabilir, bir dönem masaya yatırılabilir. Ancak bunca hınç ve öfke niye? Sonuçta; doğruluğu tam olarak kanıtlanmamış bilgilerle bir kurmaca film çekiyorsunuz, hayali de değil, somut olarak algılansın istiyorsunuz. Peki, bu, “mevcut” düşmanlığı körüklemekten öte ne işe yarıyor?

Film, henüz vizyona girmeden önce hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nca soruşturma açılmıştı. Yönetmen Gani Rüzgar Şavata da “Hür Adam'ın senaryosunun kendisine ait olduğunu iddia ederek, filmin yapımcısı, yönetmeni ve senaristi Mehmet Tanrısever hakkında suç duyurusunda bulundu.

Şimdi bu soruşturma ve iddiaların, alenen cemaat ve tarikat propagandası yapan, biyografiden çok, Atatürk ve Cumhuriyet ile hesaplaşmayı eksenine oturtan Hür Adam'ın, gişede ekmeğine yağ süreceğini düşünüyorum. Evet, reklâmın iyisi, kötüsü olmaz. Filmin yönetmeni Mehmet Tanrısever'i daha çok “Minyeli Abdullah” ile hatırlıyoruz. Hür Adam'ın basın gösterimi çıkışında, bizlere, Tanrısever'in “Varolmanın Yolunda Zengin Olmak” adındaki kitabı dağıtıldı. Kendi deyimiyle “Sıradışı bir hayatın öyküsü”nde, Tanrısever'in aynı zamanda bir sanayici olduğunu da öğrenmiş olduk. Bazen yönetmenler (ister ve arzu ederlerse), filmlerinde oynayabilir, tonla örneği var. Ancak bir yönetmenin, biyografide, yani gerçeklik taşıdığı iddia edilen bir filmde, üstelik aynı dönemde yaşamadığı halde, kendi adıyla dâhil olduğunu ilk kez gördük. Mehmet Tanrısever, cemaat ile birlikte resmen sıraya girmiş Saidi Nursi'den helallik alıyor ve din adına yaptıkları için Saidi Nursi, onu tebrik ediyor, sinema tarihinde böyle bir şey yok. Filmin, 160 dakikayı aşan süresi ve sıkça ve illallah dedirtecek denli tekrara düşmesi de, bir başka eksik yanı. Isparta’ya bağlı Barla’ya sürgüne gönderilen Saidi Nursi’nin, gelecekte okullar açacağız, dünyanın her yerinde şubelerimiz olacak sözüyle de, sanki günümüze atıfta bulunuluyor. Gelelim, Hür Adam’daki Saidi Nursi’nin Atatürk ile karşılaştığı o tuhaf sahneye. Film boyunca hep alçakgönüllü olan, kimseye sesini yükseltmeyen Saidi Nursi, Atatürk’ün karşısında bacak bacak üstüne atıyor ve bir anda gürlüyor, bildiğiniz fırça atıyor. Dini ulema, aniden siyasete soyunuyor. Amaç mı? Bırakın, bunu sağır sultan bile biliyor.

KÜFÜRSÜZ DE KOMEDİ OLABİLİYOR İŞTE

“Eyyvah Eyvah” geçen yılın sürprizi idi, komikti, romantikti, sempatikti, dinamikti. Hem beğenildi hem de gişede karşılığını aldı. Film, yaklaşık 2,5 milyon kişiyi sinemaya çekti. Şimdi sırada Eyyvah Eyvah 2” var ve bence ilk filmden bile daha iyi. Üstelik üçe, beşe, yediye uzatmadan, tadında bırakarak son noktayı koymuşlar, isteseler İvedik serisi gibi yine ve yeniden devam filmi çekebilirlerdi. Evet, para her şey değildir ve istismara hiç gerek yoktur, bel altına inmedikleri, küfür ile güldürme ucuzluğuna düşmedikleri için film ekibini tebrik etmek gerekir. Eyyvah Eyvah 2, Türkiye’de 300, Avrupa’da da 100 kopyayla gösterime girdi.

Bu BKM projesinde, senaryo Ata Demirer’e, yönetmenlik koltuğu ise Hakan Algül’e ait. Belli başlı rollerde Demet Akbağ, Ata Demirer, Özge Borak, Salih Kalyon, Tanju Tuncel, Tarık Ünlüoğlu, Ayşi Nil Şamlıoğlu, Meray Ülgen, Hande Dane ve Alican Yücesoy var. Ana karakterler olsun yan roller olsun hiçbiri sırıtmıyor, finale doğru “Trakyalı Şrek”in, yavuklusunu kurtarma bölümü biraz uzun tutulmuş ama ufak tefek aksaklıklara karşın bu film, gülmek ve eğlenmek adına şık bir seçim. İddiasız ve fazla kasmayan bir öykü, müzikler, espriler, komik tipler, Geyikli, Bozcaada ve dahası. Sımsıcak bir film bu, izleyeni mutluluk ve güzel bir gülümsemeyle uğurluyor. Seyretmeli.

DİYARBAKIR CEZAEVİ VE İNSANLIK SUÇU

46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde, 42. SİYAD Ödülleri’nde ve 21. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde “en iyi belgesel film” seçilen ‘5 No’lu Cezaevi’, nihayet vizyona giriyor. Cuntanın yarattığı kanlı geçmişin izlerinden derlenilen tek bir kopyayla Yeşilçam Sineması’nda gösterilecek bu can yakıcı belgeseli, sakın kaçırmayın. Çayan Demirel’in (ilk belgeseli “38”, Tunceli’de yasaklanmıştı) yönettiği 5’Nolu Cezaevi belgeselini, hayli zaman önce İstanbul Film Festivali’nde seyretmiş ve yakın tarihimizde yaşanan tarifsiz acılar karşısında bir kez daha kanımızın donduğunu hissetmiştik.

Yüzü aşkın tanık ve 50’den fazla röportajdan anlaşılacağı üzere, 12 Eylül (Cunta) karanlığının en koyusu hiç kuşkusuz Diyarbakır 5’Nolu Cezaevi’ne yansıtılmıştı. “İşkence Okulu”, bugün dahi kapanmayan yaraların açılmasına neden olmuştu. Vahşetin, dehşetin ve şiddetin adı 5’Nolu idi. Hem ahlak hem insanlık dışıydı, yaşananlar. Ve tüm bunlar, mahkûmların (üstelik çoğu henüz hüküm giymemiş) cezasını çekmesi için yapılmış olamaz, özellikle tepeden tırnağa bir zulüm mevzubahisken... İşkencede yitenler, ölüm orucunda can verenler ve protesto için kendilerini yakanlar... Dile kolay,1981–1984 tarihleri arasında cezaevinden 34 tabut (Mazlum Doğan’dan Kemal Pir’e, Ali Erek’ten Cemal Arat’a, M. Hayri Durmuş’tan Orhan Keskin’e... ) çıktı, yüzlerce kişi yaralandı. Diyarbakır 5’Nolu Cezaevi’nde yaşananlar, şiddet ve dramın en üst seviyesini oluştursa da tek örnek değildi. Cunta, tüm ülkeyi hapishaneye çevirmeyi (toplam 644 sivil ve askeri hapishane, 650 bin gözaltı, siyasi davalardan yargılanan yaklaşık 100 bin kişi, tutuklanan on binlerce insan) başardı. Hayat, acılara sırt çevireni, başkalarının yangınına yaşlı gözlerle bakmayanı affetmez. Unutmak, unutturmak, cunta karanlığına boyun eğmektir. Mutlaka seyretmeli.

GÜZEL BİR HAYAT DÜŞLERKEN

“Güzel Bir Hayat Düşlerken” (Cirkus Columbia), kuşkusuz haftaya dair en iyi seyirlik. Filmin Bosna Hersek’li yönetmeni Danis Tanovic’i, en iyi yabancı film dalında Oscar’ı kucaklayan 2001 tarihli savaşı mizahla izah eden yapıtı “Tarafsız Bölge” ile sevmiş ve takibe almıştık. Sonraki filmleri “Hell” ve “Triage”, hatırı sayılır yapımlardı ancak onun kalibresindeki bir yetenekten beklediğimiz daha fazlaydı. Tanovic’in, Güzel Bir Hayat Düşlerken ile yeniden bir ivme yakaladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Filmin oyuncu kadrosu, Miki Manojlovic, Boris Ler, Mira Furlan, Jelena Stupljanin, Mario Knezovic ve Milan Strljic’den oluşuyor. Fona, değişen Balkanlar’ı oturtan yapım, özetle trajik ve romantik bir sevi öyküsünü kurguluyor. İntikam, hasret, gurbet. Gitmek, kalmak, var olmak. Ve küllenmek nedir bilmeyen bir yaman sevda. Seyretmemek olmaz.

31 Aralık 2010 Cuma

“Şeylerin Boktanlığı”, Roy Orbison ve “Çölde Kutup Ayısı”



ALPER TURGUT


29. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde, Şakir Eczacıbaşı anısına verilen “Altın Lale Uluslararası Yarışma Ödülü”nü kucaklayan “Şeylerin Boktanlığı” (De Helaasheid Der Dingen), nihayet dokuz ay sonra 21 Ocak 2011 günü tam üç (3) kopyayla, “Çölde Kutup Ayısı” adıyla vizyona giriyor. Bahtsız Bedevi ile çöldeki Kutup Ayısı'nın ilişkisi elbette namahreme giriyor ve böyle ‘boktan şeyler’, nitekim bizi ırgalamıyor. Şaka bir yana, Şeylerin Boktanlığı, gerçekten şiir gibi bir film. Sert, haşin ve hüzünlü… Hınzır, edepsiz ve gülünç… Lümpen ve kaybeden… Zarif ve kaba saba… Evet, evet, bu film, ziyadesiyle aykırı, tipik bir ayrıksı ve tam tekmil öteki… Tutunamayanlara ve zavallı masumiyetimize dair…

Belçika'nın yeni kuşak yönetmenlerinden Felix van Groeningen, “Steve + Sky” (2004) ve “With Friends Like These”in (2007) ardından 2009'da Şeylerin Boktanlığı ile bizlerden kocaman bir alkış alıyor. Dimitri Verhulst'un kitabından uyarlanan filmin senaryosu ise Christophe Dirickx ve yönetmenimiz Felix Van Groeningen'e ait. Şeylerin Boktanlığı, nam-ı diğer Çöldeki Kutup Ayısı'nın belli başlı rollerinde, Kenneth Vanbaeden, Valentijn Dhaenens, Koen De Graeve, Wouter Hendrickx, Johan Heldenbergh, Bert Haelvoet, Gilda De Bal ve Natali Broods var.


Film, resmen kadife sesli ünlü ABD’li şarkıcı ve söz yazarı Roy ‘Kelton Orbison’a (1936 – 1988) adanmış, hani “Only the lonely” ve “Pretty woman”ı yaratan adama. Karısını motosiklet kazasında, iki oğlunu da yangında yitiren kaderin sillesini yemiş Orbison ile filmin marjinal kahramanları, duygudaşlık kurarlar. Bu özdeşleşme o denli yoğundur ki; Orbison battığında, onlar da çuvallar, yükselişe geçtiğinde, mutlu ve güzel günler kapıdadır.


Kahramanlarımız derken, 13 yaşındaki Gunther’in, alkolik babası ile delibozuk üç amcasından söz ediyoruz. Belçika’da el kadar bir kasabada, yoksul, cahil ve çılgın dört koca adam, ana ocağına geri dönmüştür. Melek muadili pamuk gibi bir anne, bu baş belası tiplere, adeta kol kanat germiştir. Küçük Gunther, tuhaf, tatlı ve ıstıraplı ergenlik yıllarını, işte bu dingonun ahırında geçirecektir. Arada kadın gibi giyinerek partilere koşan, çırılçıplak bisiklete binen, en çok alkol tüketme yarışlarına katılan, uluorta seks yapan, annelerinin astığı çamaşırlara pislediği için komşunun kuşlarını tüfekle vuran, kumarbaz, ağızları bozuk, kavgacı ve büyümemeye yeminli çocuklar bunlar. Aslında Strobbe’ler, birbirlerine sımsıkı bağlı, tertemiz kalpli adamlar, zararları daha çok kendilerine ama Gunther’in de hayatını mahvediyorlar, haberleri bile yok. Filmde bir sahne var; oğullarından birinin kumar borcu yüzünden eve haciz memuru gelir, annenin tek keyfi, TV izlerken uyumaktır. Memur, dört iriyarı çocuktan ürkmesine rağmen, fakirhanede işe yarar tek şey olan, televizyona göz dikmiştir. O esnada anne, televizyonun tozunu almaya başlar, oğulları ona çıkışır ve anne yanıt verir; “Böyle tozlu tozlu verilmez, ayıptır”. Öyle işte, hem absürt hem de ana gibi sıcak bir film bu.


Arada Gunther’in yetişkin olduğu döneme geçeriz, sorunlu çocuk ve sorunlu büyük çocuk Gunther diye iki koldan ilerler yapım. Bizim delikanlı, yazar olmak istemektedir, anlatmak istediği yegâne şey ise aylaklıkla örülü kendi öyküleridir.


Yaşamı anlatıyor bu film, kâh acıtarak, kâh okşayarak. Günlük hayatın gülünçlüklerini, kapitalizme küfreder gibi, sarhoş eder gibi kurguluyor. Oyunculuklar nefis, öykü bildik, kirişi kırmak ve şans kapısını aralamak, basitliğinde, özetle. Arada çaktırmadan siyasi mesajlar da veriyor, kadın-erkek ilişkilerini, çocuk dünyasını, evlat sevgisini, pek çok iğrençliği ve anlamlı-anlamsız her şeyi ne de güzel harmanlıyor. Ezcümle; bu film kaçmaz.