28 Şubat 2010 Pazar

Bildik bir öyküden alışılmadık bir film yaratabilmek





ALPER TURGUT


“Zindan Adası” (Shutter Island), şayet Martin Scorsese gibi bir usta ve dahi yönetmenin elinden çıkmasaydı, emin olun facia kelimesine denk düşebilirdi. Bozuk bir psikoloji, hezeyanlar ve ana yolu unutturmaya çabalayan sapaklar. İşte aklımızın bizi oynadığı oyunlar ve bilcümle deliliğimize yaslanan, bilinçaltı dehlizlerinin ve yalın gerçeğin arasında mekik dokuyan bu model, neredeyse “Artık yeter, bıktık usandık” diyebileceğimiz kadar sıradan ve aşina... Evet, bildik bir metin, alışılmadık bir şölen ile yer değiştirebiliyorsa eğer, istisnasız tüm sinemaseverler, Scorsese’nin (Marty) varlığına şükretmek zorundadır.


Zindan Adası, daha önce yazdığı satırlar aracılığıyla, “Gizemli Nehir” ve “Kızımı Kurtarın” adlı filmlerin yaratılmasına önayak olan Dennis Lehane’nin 2003 tarihli çoksatar gerilim romanından uyarlandı. Eski fetiş oyuncusu Robert De Niro ile “Kızgın Boğa”, “Taksi Şoförü” ve “Sıkı Dostlar”ı gibi müthiş yapıtlar kotaran Scorsese, uzunca bir süredir yeni vazgeçilmezi Leonardo DiCaprio ile yoluna devam ediyor. Scorsese yine yanlış ata oynamıyor ve bebek surat Leonardo giderek yetkin bir oyuncuya dönüşüyor. Zindan Adası’nda DiCaprio’ya, Mark Ruffalo, Ben Kingsley, Michelle Williams, Emily Mortimer, Patricia Clarkson ve Max von Sydow eşlik ediyorlar. Eyvallah, biricik Gandhi’miz Ben Kingsley, filmin ağır toplarından ancak gözlerimize bayram ettiren asıl unsur ise, hiç kuşkusuz bugün 81 yaşını sürdüren efsane İsveçli aktör Max von Sydow. O, tamı tamına 61 yıldır, tanrıdan şeytana canlandırmadık şey bırakmadı. Saygılar...


Öncelikle Zindan Adası, sonuna dek merak hissini kamçılayan ve asla akıcılığına laf edemeyeceğiz güzel bir seyirlik. Trajik ve gotik... Amansız hatıralar, ayrıntılar denizi ve arka arkaya gelen bilmeceler... Nazizm, seri katiller, şiddete tapanlar, bilim adına işlenen cinayetler, kanı donduran deneyler... Gerilimli bir atmosfer, labirente dönüşen bir ada, zihin kontrolü, gerçeğe yakın halüsinasyonlar, komplolar ve film boyunca yakamızı bırakmayan heyecan... “Ya bir canavar gibi yaşamak ya da iyi bir adam olarak ölmek”... Bütünüyle algılarımıza seslenen bu filmin ana cümlesi ise bu... Pencerelerinizi açarsanız, sisin ardını görebilmeniz çok kolay. Finalle ilgili beklentinizi büyük tuttuğunuz takdirde ise aldanırsınız. Ve en önemlisi sakın ola tahminlerde bulunup, keyfinizi kaçırmayın. Üstelik isabet kaydetseniz dahi, elinize bir şey geçmeyecek. Unutmadan, 90 senelik Alman korku filmi “Dr. Caligari’nin Odası”na (The Cabinet of Dr. Caligari) göndermeler yapan Zindan Adası, 12 Mart günü vizyona girecek, mutlaka izleyin derim.


ABD’yi esir alan Soğuk Savaş çılgınlığının tam ortasında, 1954 yılındayız. FBI şefi Teddy Daniels, yeni yardımcısı Chuck Aule ile Zindan Adası’ndaki bir kayıp vakasını çözmekle görevlendirilir. Firar etmenin mümkün olmadığı adadaki Aschecliffe Hastanesi’nde soluğu alan ikili, üç çocuğunu boğarak öldüren katil kadını aramaya başlarlar. Ancak gizem peşlerini bırakmaz, ada ise büyük bir bataklık gibidir, çırpındıkça batarlar. Sonra esrarengiz adayı vuran kasırga çıkagelir, Teddy ve Chuck, kayıp kadının bulunmasına karşın anakaraya ulaşamazlar. Psikiyatrlar, deliler ve korkunun egemenliği... İkinci Dünya Savaşı bitiminde Dachau Toplama Kampı’na giren ABD’li askerler arasında bulunan Teddy, geçmişe dair sanrılarıyla baş başa kalır. Artık mücadele ettiği olaylar örgüsüne kendi gerçekliği de eklenmiştir.

cinedergi.com