24 Nisan 2009 Cuma

Şimdi Söz Savunmanın…







Sessizlik! “Terörün Avukatı” Jacques Verges konuşuyor…


ALPER TURGUT

"Terörün Avukatı" (L Avocat De La Terreur), en uçlarda yaşayan bir adama, belki de tüm avukatların piri diyebileceğimiz Jacques Verges'e dair etkileyici, özgün, akılda kalıcı ve şaşırtıcı bir belgesel... Bugün 83 yaşını sürdüren esrarengiz kişilik ve efsanevi savunman Verges'in öyküsü, inanın birçok insan ömrüne bedel…
Hayatını emperyalizme, sömürgeciliğe ve işgale karşı savaşmaya adayan ceza avukatı Verges, aynı zamanda sınırları zorlayan zekâsıyla, genç meslektaşlarına “imkânsız diye bir şey yoktur” argümanını hediye ediyor.

Mutlak diye bilinen güce meydan okuma, meşhur kopuş savunması (ilk uygulayıcısı Sokrates) ve her koşulda ölümüne müdafaa… Adeta satrançtaki hırçın Sicilya Savunması’nın Dragon Varyantı’nı kullanarak, iddia makamına bodoslamasına dalan ve onları kontrpiyede bırakan Verges’e rakipleri ve düşmanları ise kısaca “provokatör” diyorlar. Gizli servis ajanı olduğunu iddia edenlerin, onu çıkarcılıkla suçlayanların sayısı da yabana atılmayacak kadar çok… İyi bir hukukçuyu, sanatçı olarak gören Verges, kendisine yönelik eleştiri, hakaret ve galiz küfürlere çoğu zaman tepki dahi vermiyor. Kayıtsız kalmayı ve soğukkanlı davranmayı bir şekilde başarıyor. Şayet ısrarlar sürerse, en pahalı Küba ürünü Cohiba purosunu üfleyerek ve kahkahalarla gülerek soranı pişman edecek yanıtını veriyor.

20. Yüzyılın en önemli olaylarının ta göbeğinde - özellikle 2. Dünya Savaşı ile başlayan süreçte - gönüllü yer alan bu adam, dönemin en kült isimleriyle de sıkı dostluklar kurmuştu. O eski bir direnişçi ve bir savaş gazisiydi, 1970–1978 yılları arasında ise kayıptı, o dönem gerilla olduğu söyleniyordu. Yakın arkadaşlarının söylemiyle yerinde duramıyordu ki... Bir bakmışsınız Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) / Baader-Meinhoff üyeleriyle birlikte, bir bakmışsınız Cezayirli, Filistinli direnişçilerin yanında... Ve kimler yoktu ki dostları arasında; Mao, Ahmed Bin Bella, Yaser Arafat, Slobodan Miloseviç, Saddam Hüseyin, Waddi Haddad, George Habaş, Yacef Saadi, Zohra Drif-bitat, Abderrahmane Benhamida, Khieu Samphan, Pol Pot…

Ya savundukları isimler; İlich Ramirez Sanchez nam-ı diğer efsanevi Çakal Carlos, “Lyon Kasabı” da denilen Nazi lideri Klaus Barbie, Musevi soykırımının gerçek olmadığını öne süren meşhur filozof Roger Garaudy, Yugoslav lider Slobodan Milosevic, eski Irak Dışişleri Bakanı Tarık Aziz… Hayır, bitmedi… Liste uzayıp gidiyor; Kongolu devrimci önder Patrice Lumumba’yı katlettiren diktatör Moise Tsombe, Lübnan’ın dünyaca ünlü silahlı eylemcisi Enis Nakkaş, 12 cinayet işleyen “Bikinili Katili” de denilen “Yılan” lakaplı Charles Sobhraj... Ve aşağıda değineceğimiz daha niceleri...

“SUÇSUZ BİR TOPLUM, GÜLSÜZ BİR GÜLFİDANI GİBİDİR...”

“Adalet, ister ilah gibi süslensin, ister paçavralara bürünsün, yönetici sınıfların emrindeki şu işlevini değiştirmez: Yasanın çiğnenişiyle ortaya çıkan toplumsal çelişkileri bu sınıfların lehine çözmek..." sözleriyle adalete yönelik bakış açısını ortaya koyan Jacques Vergés ‘Savunma Saldırıyor’ isimli kitabının girişinde ise şöyle der:

"Suçsuz bir toplum, gülsüz bir gülfidanı gibidir: Tasavvuru imkânsızdır. Çelişki varoluşunun tam koşuludur, suç da hayatın kendisine, değişmesi için çaktığı bir sinyaldir. “Uruffe” papazınınki gibi tek bir cinayet, kilise mensuplarının o zor bekâret sorununu, konsüllerden önce ivedilikle ortaya attı, tıpkı Liége’deki ötenazi davasının tıp ilkelerinin, eşzamanlı bilim ve ticaret gelişimine ayak uydurmasını önerdiği gibi.”

Ve devam eder; “Bir suçluyu linç etmeden mahkemeye taşırsanız, onu bu suça yönelten unsurları, akıl sağlık durumunu ve gizli kalmış gerçekleri ortaya çıkarma şansınız vardır. Benim işim bu. Eğlenceli bir iş değil elbette, kalabalıkların bedduasını alıyorum. Ama böyle yapmasam bir insanı hayat kadını ya da eşcinsel diye tedavi etmeyi reddeden doktorlara benzerim. Bir avukat ayırt etmeden herkesi savunmak zorundadır. Onun işi onları affetmek ya da gerçekleri değiştirmek değil, gerçekleri ortaya çıkarmaktır. Eğer canavar deyip geçersek, onun bu suçu neden işlediğini öğrenme fırsatını kaçırırız. Böylece aynı yoldan gitmek isteyen insanların durdurabilme şansımız kalmaz. Canavar deyip hemen asarsak, onu anlama fırsatını kaçırmış oluruz. Anlamak affetmek demek değildir. Anladıktan sonra da bir insanı sert bir şekilde cezalandırabilirsiniz.”

DOLU DOLU BİR YAŞAM...

Kısaca yaşam öyküsüne değinecek olursak; Jacques Verges, 5 Mart 1925 günü Tayland’da dünyaya gözleri açtı. Jacques’ın ikizi ise daha sonra Fransa’nın egemenliğindeki deniz aşırı bir ada vilayetinde komünist milletvekili olacak olan Paul idi. Verges, Fransız doktor bir babayla, Vietnamlı öğretmen bir anneden dünyaya gelmişti. Dominyon bir ülkede doğmak ve büyümek, Verges’in hayatına da yön verdi, onu sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı nefret duygularıyla donattı. Yurttaşlık bilincinin doğduğu, ihtilalın Paris’i düşünce,1942 yılında eğitimini yarıda bıraktı ve General Charles de Gaulle önderliğindeki Fransız direnişine katıldı. Ve Verges, bundan tam 62 yıl önce (1946) Fransız Komünist Partisi’ne kaydoldu. 1950’de o zamanki adı Çekoslovakya olan birleşik ülkenin başkenti Prag’a gitti ve komünist parti için çalışmalarda bulundu. Verges, önce Doğu dilleri ve edebiyatı üzerine eğitim aldı ancak daha sonra hukuk okumaya karar verdi. Paris Barosu’na 1955 senesinde kaydolduğunda 30 yaşındaydı. O, dile kolay tamı tamına 53 yıldır avukatlık mesleğini icra ediyor.

“TUTKULU BİR ADAM, AŞKSIZ YAŞAYAMAZDI”

CEMİLE; CEZAYİR DEVRİMİNİN EN GÜZEL YÜZÜ...



(Cemile Buhired)


Jacques Verges, henüz genç ve idealist bir avukattı… Fransa, inadına özgürlük ve bağımsızlık isteyen sömürgesi Cezayir’de soykırım politikalarını uygulamaya soktu. Dünyanın gözü önünde yaşanan bu kanlı süreç, onun ezilenden yana tavır almasına yol açtı. Verges artık sistem karşıtı bir hukukçu idi.

Cezayir Kurtuluş Cephesi’ni (FLN) anlatan aynı adlı kitapta o günler şöyle aktarılır; “Paris'te meydana gelen birkaç sabotaj üzerine, Cezayirlilerin gece sokağa çıkmaları bile yasaklanmıştı. Bu durumu protesto etmek için kadın ve çocuklardan oluşan en az 40 bin kişilik yürüyüş koluna polis, çekinmeden ateş açmıştı... Yüzlerce çocuk ve kadın, sokaklarda kanlar içinde yatarken, onları hastaneye götürecek uygar bir Fransız'a bile rastlanmamıştı... Ertesi sabah ölüleri çöp kamyonu toplamıştı... İşin en dramatik yönü ise, polisin o gece bazı Cezayirlilerin ellerini bağlayarak Sen Nehri'ne atmasıydı...”

Yaşanan sıcak günler, ona aşkın kapılarını da araladı. “Devrim onun yüzüydü, Cezayir onun bedeninde vücut bulmuştu dediği…” 20 yaşındaki Cemile Buhired’e sevdalanmıştı.

Başta Fransızlar olmak üzere Batılıların uğrak yeri konumundaki bir kafeye bomba yerleştirmekle suçlanan Cemile’nin ölüm cezası alması bekleniyordu. Beklenen olur ve 15 Temmuz 1957 akşamı Fransız Askeri Mahkemesi, Cemile hakkında idam kararını verir.

Biraz başa dönelim. Tarih 26 Nisan 1957... Fransız devriyesinin takibinden kaçmaya çabalayan Cemile, ayağından vurularak yakalanır. Cebinden FLN İcra Komitesi tarafından yazılmış şifreli, gizli ibareli ve çok önemli iki mektup bulunur... Cemile, 47 gün 47 gece işkence altında kalır. Ancak Fransız istihbaratına bağlı ajanlar onu konuşturamazlar. Cemile’nin, annesi ve küçük kardeşinden başka kimsesi yoktur.

Onun giyotine gitmesini engelleyecek yegâne kişi ise tahmin edileceği üzere hırslı ve kararlı savunman Verges idi. Vakit yitirmeden Cemile’nin avukatlığını üstlenen Jacques Verges, Cezayir’e yerleşmeye karar verdi. FLN’nin en aktif savaşçılarından “Direniş Çiçeği”, güzeller güzeli Cemile, tüm Arap dünyasında simge bir isme dönüşür. Birçok ülkeden Cemile’ye yağan destek, ısrar ve baskı Verges’in çabalarıyla birleşince genç kadının cezası idamdan müebbet hapse çevrilir. Cezayir’i savunduğu için hain damgasını yiyen ve sürekli linç girişimleriyle karşılaşan Verges, mahkemede sık sık yargıca seslenir; “Bir mahkeme salonunda mıyım, yoksa suikast toplantısında mı?” 100 idam istemiyle açılan 300 sanıklı davada, kimsenin hayatını yitirmemesi Verges’in ilk zaferiydi.

(Ölümün kıyısından dönen Cezayirli kadın eylemcilerle, Verges’in yıllar sonra gerçekleştirdikleri cezaevi ziyareti, belki de belgeselin en duygusal bölümüydü. Giyotine yürümeden önce ‘Yaşasın özgür Cezayir, inşallah’ sloganını atmaya karar veren kadınlara seslenen Verges, ‘müvekkillerim idam edilseydi elime silah alıp…’ der. O, sözlerini tamamlayamaz, herkesin gözleri dolar ve artık yaşını başını almış kadınlar, Verges’in sırtını sıvazlarlar)

Cezayir’in bağımsızlığına kavuşmasının ardından özgürlüğüne kavuşana Cemile ve Jacques (Verges, Müslüman olup, adını Mansur diye değiştirir), 1962 yılında evlenirler, hatta birlikte Çin devriminin önderi Mao’yu ziyaret ederler. Bir yıl süreyle avukatlık mesleğinden uzaklaştırılma cezası alınca, Fas’ta danışmanlık ve gazetecilik yapan Verges, zamanla Cezayir devriminin çizgisinden çıkıp savrulduğunu düşünür. Cemile’yi ve Cezayir’i terk edip kayıplara karışır.

GÖZÜKARA VERGES, ÇAKAL’IN SEVDİĞİ KADINI ELİNDEN ALIR

(Magdalena Kopp)
Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun üyesi komünist eylemci Magdalena Kopp’un adı yıllar sonra tekrar gündeme gelir. Çünkü Çakal Carlos ile evlenmiş ve 1977’den itibaren kocasının kanlı operasyonlarına iştirak etmiştir. Güzel Magdalena’yı büyük bir tutkuyla seven Carlos, onu en has adamlarından Bruno Bréguet ile birlikte bombalı bir eylem organize etmesi için 1982’de Fransa’ya gönderir. Çakal, çoktan kurtuluş savaşçılığından vazgeçip paralı askerlere dönüşmüştür ve Fransa’yı dize getirmek ister. Ancak Fransız Gizli Servisi SDECE, kanlı planın uygulamaya sokulmasına izin vermez. Magdalena ve Bruno’yu bomba dolu bir arabanın içinde yakalayıp tutuklarlar. Çakal Carlos, karısının cezaevine konulması üzerine korkunç bir öfke krizine girer ve sonrasında Paris’in göbeğinde ardı ardına bombalar patlar.

Magdalena Kopp, aslında Carlos’tan ölesiye korkmaktadır, onu “gözünü bile kırpmadan insan öldüren, manyaklık derecesinde egoya sahip bir psikopat” olarak görür. Kopp’un avukatlığını Verges üstlenir. Cezaevlerine gidiş gelişleri sırasında centilmen, nazik ve beyefendi Verges ile gerçek sevgiye muhtaç Kopp arasındaki etkileşim kaçınılmaz olmuştur. Kıskanç ve maço Carlos, Fransız televizyonlarına telefonla bağlanıp, “Verges, sevgilimi elimden aldı” der. Ve sonuçta Magdalena Kopp, 5 yıl hapse mahkûm edilir, 1985’te de salıverilir.

“SUÇUNU KABUL ETSİN BUSH’U DA SAVUNAYIM…”

ABD’nin Irak’ı işgalinin mimarlarından Beyaz Saray’ın sabık savunma bakanı Donald Rumsfeld de Verges’in keskin dilinden kurtulamadı. ABD’nin 1980’li yıllarda şarbon dâhil her türlü kitle imha silahını Irak’a sattığını söyleyen Verges, Saddam Hüseyin’in vakti zamanında en büyük destekçisi olan Rumsfeld’in 1983 ve 1984 yıllarında Irak’ta yaptığı iyi niyet görevini hatırlatarak, “Rumsfeld, zehir satan bir gezgin satıcıdır” dedi. Saddam Hüseyin’in idamı konusunda Amerika’yı hem yargıç, hem de cellât olmakla suçlayan Verges’in, devrin ABD Başkanı George W. Bush ile ilgi sözleri ise hiç şüphesiz tarihe geçmeye muktedirdir… Verges anlatıyor; “Bir gün bana gelip ‘Hitler’i savunur muydunuz?’ diye sordular. Ben de onlara ‘Suçlu olduğunu kabul ettikten sonra Bush’u bile savunurum’ dedim.”

ABD gazeteleri ise Verges’e “Şeytanın Avukatı” –kurt aktör Al Pacino’nun şeytanı canlandırdığı aynı adlı bir film mevcuttur– yakıştırmasını yaparak, Saddam Hüseyin’in avukatlığını üstlenmek isteyen Verges’e, “O, Nazilerin, seri katillerin, diktatörlerin ve teröristlerin avukatıdır” diye tepki gösterdiler. Verges, “neden Saddam’ı müdafaa etmek istiyorsunuz?” sorusunu ise “Bir köpekle bir kurt arasında tercih yapacak olsam, kurdun avukatlığını üstlenmeyi tercih ederim. Özellikle o kurt yaralıysa'” şeklinde yanıtladı. CBS televizyonunun “'300 bin insanı öldürmekle suçlanan bir insanı savunmakta bir sorun görmüyor musunuz?'” sorusuna da Verges’in cevabı hazırdı; “Bu sayı beni şaşırttı. Ben Irak’ta ambargo yüzünden ölen 500 bin çocuk olduğunu biliyordum.”

NEREDEYSE AVUKATLIĞINI ÜSTLENMEDİĞİ DİKTATÖR KALMADI…

Gabon Devlet Başkanı Omar Bongo, Burkina Faso Diktatörü Blaise Campaore, Çad lideri Idriss Deby, Kongo Brazzaville’yi yöneten Denis Sassau N'guesso, Togo’nun bir numaralı ismi Gnassingbe Eyedama... İnanılmaz ancak 20’yi aşkın diktatörü savundu Verges... Tek amacı yıllarca Afrika’yı işgal edip, sömüren kapitalist devletlere “onların diktatör olmasında sizin hiç mi suçunuz yok?” diyebilmekti. Sanık sandalyesine işgalci emperyalistleri oturtmak, onun en büyük düşüydü. Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin (Zaire) diktatörü Moise Tshombe’den 1969 yılında bir çuval içinde bugünün parasıyla 720 bin Euro aldığı iddiası ise hala açıklığa kavuşabilmiş değil.

Filmin sonunda Verges aynen şunları söyler: “Biz avukatların doktorlara bir üstünlüğümüz vardır. — Hipokrat yeminimiz yoktur, demeye getiriyor— Dilediğimiz davayı üstlenir, dilemediğimizi reddedebiliriz. Ama savunmayı kabul ettik mi, iyi kötü, terörist direnişçi kalmaz, fark etmez bizim için. Yasa ve yeteneklerimizin elverdiği ölçüde en parlak savunuyu yapmak zorundayız.”

“LYON KASABI”NI DAHİ SAVUNAN ADAM...



(Klaus Barbie)

Nazilerin Fransa’ya özel görevle yolladığı Gestapo komutanı Klaus Barbie, 1942 Kasım’ından 1944 Ağustos’una dek binlerce insanın ölümüne yol açınca “Lyon Kasabı” olarak tarihteki yerini aldı. Klaus Barbie, Almanya’nın savaşı kaybetmesi üzerine sırra kadem basarak ortadan kayboldu. En nihayetinde, onun kontrgerillaya destek vermesi ve yönlendirmesi için Güney Amerika’ya kaçırıldığı anlaşıldı. Bolivya’ya sığınan Barbie, kanlı geçmişini yine kanla yazılacak geleceğe taşıyabilsin diye el üstünde tutulur. ABD’nin ajanı olduğunu söylememize gerek yok sanırım. Ancak sonunda bu kanlı katil de enselenir, savaş ve insanlık suçu işlediği Fransa’ya iade edilir. Fransızlar onu savunacak kimse yoktur diye düşünedursun Verges, dünyayı tekrar şaşırtmaya kararlıdır. Verges, her zamanki gibi ölçüsüzdür ve meydan okumayı seviyordur.

Verges, Vivet Kanetti ile 1985’te yaptığı söyleşide, “Barbie, kötülüğün temsilcisi olarak tanıtılıyor. Hafifletici neden aranıyor, bulunamıyor. Savunmuş olduğu düşüncelerle hemfikirseniz, burada ölçüsüzlük değil, dayanışma söz konusu olurdu. Benim durumum bu değil. Savunmuş olduğu ve inkâr etmediği fikirlere katılmayıp onu savunmayı kabul etmek ise, girdiğim bir bahistir ve bir tür tatmindir. Kendi kendime diyorum ki, bütün devletin, kamuoyunun, medyanın karşısında tek bir avukat olarak, onları geriletmeyi başardım. Öyle ki, soruşturma ocak'tan beri bittiği halde henüz davanın tarihini saptamadılar, dünyanın bütün sinemacılarına, televizyonlarına gelip davayı çekmek konusunda verdikleri sözü tutmadılar. Aksine, bu görüntülerin özgür yayınını 50 yıl, kontrollü yayınını 20 yıl boyunca yasaklayan bir yasayı hazırlamakla meşguller. Bu dava görüldüğünde, Barbie’yi tek başıma savunacağım ve karşımda baromuzdan 50 tenor olacak. Benim moralim ise yerinde olacak...” der. 1987’de mahkemenin ömür boyu hapse mahkûm ettiği Klaus Barbie, 1991 yılında hücresinde ölür.

Şeytani katil Klaus Barbie’yi daha iyi tanımak isterseniz, onun kirli ve karanlık hayatını anlatan “Düşmanımın Düşmanı / My Enemy’s Enemy” adlı bir başka belgesel filmi izleyebilirsiniz. Yine Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterilen Düşmanımın Düşmanı’nın yönetmeni İskoç asıllı Kevin Macdonald’ı, Oscar aldığı belgeseli “Eylülde Bir Gün” ve diktatör İdi Amin’i anlattığı filmi İskoçya’nın Son Kralı ile hatırlıyoruz. Macdonald, Klaus Barbie ile ilgili olarak şunları söylüyor; “O hem Nazi işkencecisi, hem Amerikan casusu hem de baskıcı sağ rejimlerin piyonu idi. Barbie, Batı hükümetlerinin faşizmle gerçekten kurdukları ilişkiyi simgeliyor. Dünyanın ve dünyada yaşayan politikacıların bugünkü halini bir başka açıdan görmemizi sağlıyor.”

VERGES; “ULUSLARARASI MAHKEME KATİLLER HEYETİDİR”

Verges, eski Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç’in de hukuk danışmanlığını üstlenmişti. Hatta onun, eski ABD Başkanı Clinton ile dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair’in ifade vermek üzere Lahey’deki duruşmaya çağrılmasını istemesi büyük bir sansasyona yol açmıştı. Bunun dışında Verges’in mahkemeye katmak istediği ünlü isimler arasında Gerhard Schröder ve Jacques Chirac da vardı. Ancak Lahey’de, insanlığa karşı suç işlediği gerekçesiyle uluslararası mahkemede yargılanan Miloseviç, hücresinde ölü bulundu. Verges’in tepkisi korkunç oldu, açtı ağzını yumdu gözünü; “Müvekkilim uzun zamandır hastaydı. Miloseviç, mücadeleci bir adamdı, intihar etmek ona göre değildi. O ısrarla tedavi hakkı talep etmiş, ancak isteği reddedilmişti. Oysa insanlığa karşı suç işlemekten 10 yıl hüküm giyen 95 yaşındaki Maurice Papon, Fransa’da ‘tedavi olma hakkından’ yararlanabildi. Miloseviç, davasında tam 22 kez değişiklik yapan mahkemeden haklı olarak şüphe duyuyordu. Sonuçta, Lahey'deki mahkeme katiller heyetidir.”

BAHÇIVAN ÖMER’İN KURTARICISI “DEDEKTİF” VERGES

Fransa’nın ünlü sahil şeridi kasabası Cote d'Azur’da (Mavi Kıyı da denir) çalıştığı villanın sahibesi Ghislaine Marchal’i öldürdüğü gerekçesiyle Faslı bahçıvan Ömer Raddad, 1991’de 18 yıl hapis cezasına çarptırıldı. İsyankâr avukat Jacques Verges, maktul Marchal’in ölmeden önce evin kapısına kanla yazdığı ‘'Omar m'a tuer - Beni Ömer öldürdü’ yazısına karşın Ömer’in avukatlığını üstlenir. Yıllarca bir dedektif gibi iz süren ve suçsuz olduğuna inandığı bahçıvanı kurtarmak için çalmadığı kapı bırakmayan Verges, sonunda DNA testi sayesinde Ömer’i kurtardı. Sadece Bahçıvan Ömer örneği bile, Verges’in asla pes etmediğini ve vazgeçmediğini kanıtlar niteliktedir.

KÜÇÜK İVAN’IN DRAMI VE VERGES…

Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin sert göçmen politikası, hemen herkesin malumu… Paris yakınlarındaki Amiens kentinde, kaçak göçmenlerin barındığı sosyal konuta yapılan polis operasyonundan korkan 12 yaşındaki İvan, kendini dördüncü kattan atınca komaya girer. Çeçenistan’dan kaçan ve Fransa’da yasadışı kalan İvan’ın annesi Rus göçmen Natalia Aboueva ve babası Ukraynalı Andrei Demsky perişan olurlar. Olay ülkede büyük tartışma yaratır ve İvan için çeşitli gösteriler düzenlenir, davayı ise Jacques Verges üstlenir. Avukat Verges, devletin tek dertleri hayata tutunmak olan bu insanların üzerine, sabahın köründe onlarca polisi göndermesinin ve güvenlik güçlerinin bir saat boyunca suçlu gibi göçmenlerin kapılarını dövmesinin adil olmadığını savunur. Ünlü avukat, İvan tamamen iyileşinceye dek tüm aileye oturum hakkı verilmesini de taleplerine ekler.

OPEC BASKININ KİLİT İSMİ KLEİN, VERGES’İ ANLATIYOR...

Çakal Carlos’un liderliğinde bir araya gelen altı silahlı adam, 21 Aralık 1975 günü Viyana’daki OPEC merkezine baskın gerçekleştirirler. Yaklaşık 70 devlet bakanını rehin alan Carlos ve ekibi, bir süre sonra güvenlik güçleriyle çatışırlar. Çatışmada üç kişi ölür, Hans-Joachim Klein ise yaralanır. Sonra Klein, Cezayir’e kaçar ve geçmişindeki şiddet eylemlerinden pişmanlık duyar. Öğrenci hareketi içindeyken sıkı dost olduğu “Kızıl Daniel” lakaplı Daniel Cohn-Bendit'’in desteği ve yardımıyla Fransa’nın kırsalında izini kaybettirir. Bir dönem 20. Yüzyılın en büyük filozoflarından Jean Paul Sartre’nin şoförlüğünü de yapar. Klein, 1998 yılında, kaçak yaşamaktan sıkılıp, yorularak kendini ele verir ve beş yıl hapis yatar. Terörün Avukatı belgeselinde onun da Verges ve ilişkileri hakkında söyleyecekleri vardır. Tahmin edersiniz ki; ispatlanamasa da terör ve Verges iç içedir. Klein, Verges’in, terörün hamisi diye de bilinen Nazi sempatizanı, İsviçreli işadamı Francois Genoud ile yakın dostluğun en büyük tanıklarından...

1970’li yılların en önemli şahsiyetlerinden Klein’i anlatan bir başka belgesel ise “Bir Terörist Olarak Hayatım; Hans-Joachim Klein'ın Hikâyesi’dir.

MARLON BRANDO’NUN KIZINDAN ALAATTİN ÇAKICI’YA...

Onu tarif eden slogan kesinlikle “Davanın bir parçası olmayı reddet”tir. Böylelikle saha genişleyecek ve topunu daha rahat sürebilecektir. Gazeteci yazar Vivet Kanetti, Verges’e tutkulu bir adam olup olmadığını sorar; “Suçlu denen bir insanı savunabilmek için, sizin de tutkuyla yaşamanız gerekir. Eğer tutkuyla sevebilmekten acizseniz, karısını öldürmüş bir adamı nasıl savunabilirsiniz? Büyük bir dolandırıcının yakalanmadan önceki hayatıyla ilgilenmiyorsanız, onu nasıl anlayabilirsiniz? Ah! Evet, tutkuluyum ben.

Devrimci Lübnan Ordusu lideri George İbrahim Abdallah, genç yaşında intihar eden efsanevi aktör Marlon Brando’nun kızı Cheyenne Brando, Doğrudan Eylem Örgütü’nün son yöneticisi Maş Frerot, Cezayir İslami Selamet Cephesi (FIS) liderleri Abassi Madani ve Ali Bedhadj, 2’si Türk 8 kişinin yaşamını yitirdiği, 63 kişininde yaralandığı Orly Katliamı sorumlularından Asala üyesi terörist Varujan Garbisyan, organize suç örgütü lideri, “ülkücü baba” lakaplı Alaattin Çakıcı, Elysee Saray’nın anti-terör ekibi yüzbaşısıyken körfez ülkesi şeyhlerine telekız pazarlamaya kalkan Paul Barril... Ve daha yüzlercesi... O müvekkillerini seçtiği kadar müvekkilleri de onu seçer. Çünkü bilirler ki; Verges, en iyisidir.

Sadece avukatlık yapacak adam da değildir Verges... Uluslararası Siyasi Mahkûmları Savunma Vakfı’nı kurar, kitaplar yazar. Günü gelir, bütün belge ve fotoğraflarını yakarak yeraltına çekilir, fedai olur. Bir bakmışsınız Yugoslavya’da, bir bakmışsınız Doğu Almanya’dadır. Kamboçya, Filistin, Lübnan, İsrail, Suriye, Irak, Mısır, Cezayir, Fas, Yunanistan, İsviçre... Nereye giderse gitsin sanki orayı karıştırmaya yemin etmiştir.

“Terörün Avukatı” belgeselinde eski bir Fransız Gizli Servisi yöneticisine sorarlar, “Verges gerçekten devletin ajanı mıydı?” diye... Yanıt aslında Verges’in gücünü gösterir; “Böyle bir şeyi kimse söyleyemez, özellikle o henüz hayattayken...”

Son söz yine onun; “Ben bir kışkırtıcı olarak ortaya çıkıp düşünceyi kışkırtmak istiyorum. Hiçbir avukat benim yaptığımı yapmak istemez. Hele hele beni taklit etmek... Bu onların reklam anlayışına asla uymaz.”


EK; FİLMİN YÖNETMENİ BARBET SCHROEDER

AYKIRI BİR YÖNETMEN VE SIRADIŞI HAYATLAR

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin “NTV Belgesel Kuşağı” seçkileri arasında yer alan Terörün Avukatı’nı sıra dışı işlere imza atmasıyla tanınan İsviçre kökenli Fransız yönetmen, yapımcı, aktör ve yazar Barbet Schroeder çekti. İsveçli jeolog bir baba ve Alman doktor bir annenin çocuğu olan Barbet, 26 Ağustos 1941’de İran’da doğdu ve Sorbonne Üniversitesi’nde okudu. Film eleştirmenliği, caz konserlerinde prodüktörlük ve gazeteler için haber fotoğrafçılığı yaptı. Fransız Yeni Dalga Akımı’nın en önemli isimlerinden Efsane yönetmen Jean-Luc Godard’ın asistanlığını üstlenmesi onun hayatını tamamen değiştirdi ve genç yaşında kendi yapım şirketini kurdu. İlk yönetmenlik denemesi, müziklerini Pink Floyd’un yaptığı 1969 tarihli “More” idi. Birbirinden ilginç, özgün ve farklı belgesellere adını yazdıran Barbet Schroeder, 1987’de “Barfly” ile Hollywood’a transfer oldu.

Sert adamların piri ünlü yazar Charles Bukowski’nin yaşam öyküsünün bir kesitinden yola çıkarak komik ve dramatik bir film kotaran Schroeder, yapıtında senaryoyu da yazan Bukowski’ye de rol verdi. “Reversal of Fortune”, “Single White Female” ve “Desperate Mesures” tüm dünyada tanınan Barbet Schroeder, gerilim filmleriyle de yeteneğini sergileme fırsatı buldu. Schroeder, “Tarihin Dönüşü”yle (1990) En İyi Yönetmen Oscar’ına aday gösterildi. Ünlü yönetmenin, 2000 tarihli bir Medellin Karteli öyküsü “La Virgen de Los Sicarios” da sinemaseverlerin büyük ilgisini çekti. İki yıl sonra gelen “Adım Adım Cinayet” (Murder by Numbers) ise ne yazık ki Babet’in vasat filmleri arasındaki yerini aldı. Schroeder, Terörün Avukatı’nı, yönetmenliğe beş yıl ara verdikten sonra çekti ve 2007 César En İyi Dokümanter Ödülü ile Fransa Ulusal Film Yarışması’nın Altın Yıldız’ını (Étoiles d'Or) kaptı. İstanbul Film Festivali dışında Cannes’da, ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünde gösterilen Terörün Avukatı, NTV aracılığı ile televizyon izleyicisiyle de buluştu. Ve son olarak, 45. Antalya Film Festivali’nde sinemaseverler, Barbet’in Japonya’da yaptığı bir yıllık hazırlık ertesinde çektiği yeni filmi “İnju”yu izleme fırsatı yakaladılar.



Biri iyi, biri vasat...



ALPER TURGUT


Bu hafta iki yerli işi yapım daha girdi vizyona... Biri basitliği kuşanarak sınıfını geçti, diğeri karman çorman örgüsüyle direkt çaktı. “Başka Semtin Çocukları”, sırf oyuncularının üstün gayreti adına izlenebilir, “Dilber'in Sekiz Günü”nü ise kaçırmayın diyorum.

Başka Semtin Çocukları, eski “Yeni Sinemacılar”dan ve dizi yönetmeni Aydın Bulut’un ilk uzun metrajlı filmi... Gazi Mahallesi’nde üç haftada çekilen filmin senaryosu, yönetmen Bulut ile oyuncu Serkan Turhan'a ait. Başka Semtin Çocukları’nın görüntü yönetmenliğini Tolga Çetin, müziklerini ise Cem Yıldız üstlendi. Filmin kilit rollerinde; Volga Sorgu, Mehmet Ali Nuroğlu, İsmail Hacıoğlu, Ertan Saban, Eyşan Özhim, Bülent İnal, Özge Özder, Filiz Ahmet ve Avni Yalçın var. Başka Semtin Çocukları’nın en haşarı ve ele avuca sığmaz karakteri “Simo” ile Antalya'da en iyi oyuncu ödülünü kucaklayan Volga Sorgu resmen döktürüyor. Makedon aktör Ertan Saban da Güneydoğu gazisi Gürdal (harbi psikopat) ile müthiş bir iş çıkarıyor.

Gazi Mahallesi’nde bundan 14 yıl önce yaşanalar nasıl unutulabilir? Varoş deyip geçilen yoksul mahalle kanla yıkandı, nice canlar yitti, nice hayatlar karardı. Bugün ise yaraları sarmak şöyle dursun devletin kolluk güçlerince adeta tahakküm alanına çevrildi. Mahallelinin iddiası şudur; “Kumar her yerde yasaktır, bizde serbest, uyuşturucu suçtur, burada helal. Yozlaşma, çürüme ve kirlenme... Tüm bu uygulamaların amacı, gençlerimiz politikadan uzak dursun, varsın serseri olsun diyedir.”

TRENİ KAÇIRAN BİR FİLM

Peki, Gazi Mahallesi özelinde İstanbul’un varoşlarındaki “kayıp hayatları” resmetmek isteyen Başka Semtin Çocukları bunu ne ölçüde başarıyor? Şayet kendi sorumu yanıtlayacaksam; tereddütsüz “sınıfta kalmış” derim. Dilimin ucuna başka birçok kelime geldi ancak biraz ilk filme hoşgörüyle yaklaşmak adına ve bariz emek hatırına (yapım için hazırlık 10 yıl sürmüş) hemen gerisin geriye yuttum. Alevi delikanlıyla Sünni genç kızın düşman çatlatıp şiddet doğuran sevdası, Güneydoğu’dan gelen askerlerin şahsında betimlenen garez kültürü, iliklerine dek siyasetle haşır neşir mahalle gençliğinin ıskalanması, en sona saklanan polisiye orijinli “katil kim” oyunu (iyi bir göz, tetikçiyi –filmin tam ortasında - bulur), mafyaya bulaşan tipler, yeni hayat özlemi çekenler, sıkışmışlık ve çaresizlik hissiyle heder olan gençler... Saf, akıcı ve akılda kalıcı bir metin yerine, yan öykülerin çokluğu ve karakter bolluğuyla dikkat çeken bir karalama defterine meyletmek neden? Kaldı ki; bu şamata içerisinde, iyi oyunculukların getirdiği artı, karikatürize edilmiş, ayakları yere basmayan karakterlerin varlığıyla eksiye de dönüşebilir. Ve ilk seferini yapan treni yakalamak zordur, çoğu kez kaçırılır. Neyse sağlık olsun. Yeni seferlerini beklemesini de biliriz.

Askeri operasyonlarda “kahramanlık” gösteren ve karşılığında bir ay erken terhis ile ödüllendirilen Semih, Gazi Mahallesi’ne döndüğü gün canından çok sevdiği kardeşi Veysel’in cenazesiyle karşılaşır. Semih, cinayete kurban giden biraderinin katil veya katillerini bulmak umuduyla dedektifliğe soyunur, Veysel’in yakın dostu Simo’nun iz sürücülüğünde... Öyküye, önce Semih ile aynı kaderi paylaşmasına karşın daha büyük hasar gören ve algısını kaybeden Gürdal, ardından da diğerleri katılır. Düşman, insanın bazen en uzağındadır bazen de en yakınında...

DİLBER’İN SEKİZ GÜNÜ

Zeynep, Ali ve Dilber... Sırasıyla kalp, akıl ve ruh... Zeynep ve Ali, kentli, Dilber ise taşralı... Yeni Sinemacılar’ın kurucularından senarist-yönetmen Cemal Şan’ın nihayete eren üçlemesinde, Dilber’in Sekiz Günü, hiç kuşkusuz en tepe noktayı oluşturuyor. Mardin’in Nusaybin ilçesinde çekilen bu iyi kotarılmış, özgün ve çarpıcı film, -diğer iki kardeşine inat- olgun ve yetkin bir sinema dilini kuşanıyor ve ziyadesiyle alkışı hak ediyor. İzlemenizi öneririm.

Dilber’in Sekiz Günü’nün görsel yönetmeni Cengiz Uzun... Müzikler ise Nail Yurtsever’e ait. Başrolleri sırtlayan Azeri kökenli aktris Nesrin Cavadzade ve aktör-müzisyen Fırat Tanış ise dörtdörtlük oyunculuklarıyla göz kamaştırıyorlar. Not; vizyona giremeyen “Ali-Sakın Arkana Bakma” ile “Muhallebicinin Oğlu”nu çeken, “Uçurtmayı Vurmasınlar” ve “Piyano Piyano Bacaksız”da yönetmen yardımcılığı, “Dönersen Islık Çal” ve “Işıklar Sönmesin”de senaristlik yapan Şan’ın (aynı zamanda karikatürist) son yönettiği filmin adı ise “Acı”...

Doğu’da güneşin kavurduğu kıraç bir köy... Yoksul insanları, virane evleri ve aşksız bir hayatı dayatan töreleriyle... Köyün en güzel kızı Dilber, çocukluk aşkı Ali ile mutlu bir yuva kurmanın hasretiyle yanıp tutuşurken bir kara haber gelir. Ali’nin babası, oğlunu -uzun yıllar önce söz verdiği üzere- yakın bir dostunun kızıyla evlendirecektir. Söz ağızdan çıkmıştır bir kez, geri dönüşü yoktur. Dilber’in dünyası yıkılır, isyanı büyür. Elinde orağıyla -peşinde köy halkıyla- Ali’nin kapısına dayanır. Ali’nin babası ürkse de kararından vazgeçmez (Ali ise hükmü boyun eğerek onaylamıştır), şimdi yemin etme sırası Dilber’dedir. Der ki; “beni isteyen ilk adamla evleneceğim.” Sonra kendisini ahıra kapatır, yemekten içmekten kesilir. Kasabadaki okulda hademelik yapan topal Mehmet, Dilber’i isteyen ilk adam olmak için köye gelir. Topal diye kimse ona kız vermeyince garibim Mehmet, çevresinde “Allah’ın emri peygamberin kavliyle” diyecek tek bir adam bile bulamaz. O da Dilber’i tek başına istemek zorunda kalır. Dilber’in inadı galip gelir ve ailesi, kızlarını Mehmet’e verir. Yeni evli çift, yanlarına Dilber’in çeyizini tıkıştırdığı küçük bavulu alarak kasabaya dönerler. Mehmet’in nasıl bir adam olduğunu (iyi veya kötü) uzun bir süre anlamayız. (Tanış’ın harika oyunculuğunun katkısıyla) Kıza acaba ne zaman zalimlik yapacak diye düşünürken yavaş yavaş altın kalpli Mehmet ile tanışırız. Gün geçtikçe Dilber’in çekingenliği biter, kendisi için pervane olan kocasını sevmeye başlar. Sekizinci gün Ali çıkagelir, o zamana dek susan delikanlı şimdi Dilber’i alıp götürmek istemektedir.


Cumhuriyet Gazetesi / 25 Nisan 2009