28 Aralık 2009 Pazartesi

Acı hatıralar ve “Kırık Kucaklaşmalar”




ALPER TURGUT


“Kırık Kucaklaşmalar” (Los Abrazos Rotos), hayatının biricik aşkını yitirmesinin ardından eski kimliği ve kişiliğinden vazgeçen ve acı hatıralar denizinde tereddütsüz kaybolan bir adamın hüzünlü türküsüdür. Ve kahramanımız, tek bir şartla geri dönecektir. Kadınının çarçur edilen filmini, yeniden kurgulamak için...


“Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar”, “Çıplak Ten”, “Annem Hakkında Her Şey”, “Kötü Eğitim”, “Konuş Onunla”, “Dönüş”... Akdeniz esintili ve ziyadesiyle lezzetli... Tutkun, saplantılı ve özgün bir sinema dili bu... Yaratıcısı ise Oscar’lı İspanyol yönetmen Pedro Almodovar, elbette. Pedro Usta’nın son yapıtı Kırık Kucaklaşmalar, film içinde film de diyebileceğimiz, allak bullak bir senaryodan demleniyor. Öyle doldurmuş ki heybesini, ne ararsanız onu bulmanız işten bile değil. Alınyazısı, kıskançlık, nefret, çekişme, itişme, intikam, iktidar... Hayata dair tüm duygular, hala acıtan hatıralarını gizlemeye çalışan acemi tipler ve zekâya dair örgüler. Ve bitmek nedir bilmeyen sorunlu ilişkiler ağı... Yer yer ağlak, çokça savruk ve karmakarışık. Hatta dilerseniz, Yeşilçam’dan tatlar dahi alabilirsiniz. Filmin başrollerini, Almadovar’ın Hollywood’a armağan ettiği fetiş oyuncusu Penelope Cruz ile birlikte Lluis Homar, Blanca Portillo, Jose Luis Gomez, Ruben Ochandiano ve Tamar Novas üstleniyorlar. Hemen hepsi işlerini layıkıyla kotarmışlar, dozunda ve tam ayarında... Sadede gelirsek şayet; Kırık Kucaklaşmalar, kesinlikle Almadovar’ın en iyi filmi değil. Ama inadına davetkâr ve seyredilmeye değer. 8 Ocak 2010’da gösterime girecek, mümkünse kaçırmayın.







Görme engelli yazar Harry Caine ve 14 yıl önce sırra kadem basan yetenekli yönetmen Mateo Blanco... Tek bir adam ve iki ayrı kimlik ve kişilik... Sevdiği kadının kaybetmek, Mateo’yu, Harry’e çevirmiştir. Trajik öykü, güzeller güzeli Lena’nın trafik kazasında ölmesiyle başlar. Mateo ise kazadan gözlerini bırakarak kurtulur. Artık kapkaranlık bir dünyanın içerisindedir, yazarak ve çizerek unutmaya çalışır. Ama ne fayda... Delice bir aşk, bir kara sevda, unutulabilir mi? O, için için sevmeyi sürdürür.

Edebi metinler ve senaryolar yazarak yaşamını idame ettiren Harry Caine’in en yakın dostları ise yönetmenlik döneminden beri yanından ayrılmayan vefalı yapımcısı Judit Garcia ve onun oğlu Diego’dur. Delikanlı, yazılarını kâğıda dökmesi için Harry’e yardımcı olur. Gözleri görmese de çapkınlıklarını sürdüren ve çektiği çile belli olmasın diye alaycı bir adama dönüşen Harry, sürekli reddettiği ve bu dünyadaki izlerini silmeye çabaladığı Mateo’dan kaçabilecek midir?

Sonra bir gece, Judit çok uzaklardayken Diego kaza geçirir. Hastaneye kaldırılan gencin başından ayrılmayan Harry, taburcu olduktan sonra da onu kendi evine taşır. Diego fırsatı kaçırmaz. Çünkü annesi Judit’in sırlarla dolu bir geçmişi vardır ve yanıtlarını alacağı yegâne kişi ise Harry’dir. Ve Harry, yıllar sonra ilk defa anlatmaya başlar. Konuştukça rahatlar, rahatladıkça Mateo geçmişten çıkagelir. Hayat kadınlığından kurtulmak isterken zengin ve hırslı işadamı Ernesto Martel’in kölesi haline gelen Lena ve genç kadını bir filminde oynatmaya karar verdikten sonra hayatı rayından çıkan Mateo... Sonra Judit’in suçluluk duygusu, Martel’in eşcinsel oğlu Ray X derken gizem aydınlanmaya başlar. Herkes Mateo’ya âşıktır, Martel ve Mateo ise Lena’ya... Ve aşk bölüşüldükçe bela daha da büyür.

http://www.cinedergi.com/


8 Aralık 2009 Salı

Bozkırın hüzünlü bilgesi




ALPER TURGUT


Ahmet Uluçay, büyülü dünyaya delicesine tutkundu, hayatını, sinemaya ve imkânsızı olanaklı kılmaya adadı. Taşradan, dünyanın bütününe hitap edebilecek farklı ve özgün bir dil yakalayabilmek, ezber bozmak ve çığır açmak değil de nedir? O, küçük bir bütçeyle bile dev ve unutulmaz bir film yapılabileceğini gösterdi. Ahmet Uluçay, genç sinemacıların kılavuzudur artık...

Bozkırın büyük ozanı Cengiz Aytmatov, “Bozkır uçsuz bucaksız, insan ise küçüktür. İnsan çok güçlü ve hünerli olmalıydı burada” der. Tüm zorluklara karşın, ömrünü bir sevdaya adayan Ahmet Uluçay, başka nasıl tarif edilebilir ki? Üstelik “Karpuz kabuğundan gemi değil, Titanik bile yaparsın. Para değil, yürek meselesi” diyebilecek denli enteresan ve tutkun bir adam bu... Kütahya’nın Tavşanlı ilçesine bağlı Tepecik Köyü’nde sinema yapmaya soyununca, Ahmet Uluçay’ın adı köyün delisine çıktı. Ama o yılmadı, rengârenk düşlerini, tuval olarak kullandığı beyazperdede resmedebildi. O, orijinal, nitelikli, samimi ve naif bir dil kullanarak, evrensel sinemaya giden yolun kapılarını açmıştır.

Ahmet Uluçay’ın kısa film serüveni ise 1993’te ‘Optik Düşler’ ile başlar, sonra sırasıyla ‘Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak’ , ‘Bizim Köyün Orta Yeri Sinema’, ‘Minyatür Cosmosda Rüya’, ‘Epileptic Film’ ve ‘Exorcise’ gelir. Her sinemasever, Ulaçay’ın kısa filmlerini mutlaka seyretmelidir. Göreceksiniz ki, sıcacık ve yumuşacık filmler yapabilen bu adamın, aynı zamanda korku-gerilim türünde de söyleyeceği çok şey vardır. Sinemamız, tekdüze bir yönetmeni değil, geniş bir yelpazede eserler verebilecek büyük bir yaratıcıyı yitirmiştir.

Ahmet Uluçay’ın, uzun metrajlı mirası ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ ve Sicilyalı usta yönetmen Guiseppe Tornatore’nin kült yapıtı “Cennet Sineması” (Nuovo Cinema Paradiso / 1988)... Bizim Gımıldak Recep ve düş ortağı Mehmet ile makinist Alfredo’nun gözü kulağı olan küçük Toto... Ne çok benzeşirler, her iki filmden de aldığınız lezzet, hemen hemen aynıdır.

Yalın bir hikâyeden, 40 ödüllü bir başyapıt çıkartmak, herkesin harcı olmasa gerek... Ancak film gibi bir hayatınız varsa işler değişir. Hem öykü, şiir ve senaryo yazacaksınız, hem de aynı anda yem fabrikasında hamallık yapıp film çekeceksiniz. Kamyonlarda direksiyon sallayıp, inşaatlarda ve tavuk çiftliğinde çalışacak, beyninizdeki tümörü hiçe sayıp son soluğunuza dek sinema diyeceksiniz. Evet, daha henüz 12 yaşındayken sinema yapmayı aklına koyan Ahmet Uluçay’ın azim ve kararlılıkla örülü yaşam öyküsü, değme senaryolara taş çıkartır. Umarım mesaj alınmıştır.

Bugün bize has bir sinemadan bahsedemiyorsak ve hala birbirinin kopyası gişe filmleri ve 7. sanat ile alakası olmayan girişimlerle avunuyorsak şayet, Ahmet Uluçay’lar yaşarken kıymetlerini bilmediğimizdendir. Bozkırın hüzünlü bilgesi, kuşkusuz son bir ders vererek veda etti bizlere, değerbilmezliğimizi gösterip, geleceğe dair sorumluluklar yükleyerek... Yönetmen Cemal Şan, onun ardından “Çok değerli bir sinema tutkununu kaybettik. Hastalığı sırasında ona gereken yardımı yapamadığımız için utanıyorum” dedi. Bu utanç hepimizin... Dileriz ki; üzgün, kırgın ve borçlu giden bu yalnız adam, çoğalmamıza vesile olur. Ve vefasızlık illeti, Ahmet Uluçay ile sonlanır ve herkes, Türk Sineması adına ellerini taşın altına koyar. Unutulmamalı, sinemayı var eden kolektif bir çabadır ve bu sanat, sadece ekip ruhuyla kotarılır. Uluçay’ın, 2007’de başladığı ancak hem hastalığı hem de maddiyatsızlık nedeniyle bitiremediği ‘Bozkırda Deniz Kabuğu’ adlı yapıtını, yönetmenlerimiz, imece usulü çalışarak nihayete erdirecekler. Dört gözle bekliyoruz.

CUMHURİYET GAZETESİ

29 Kasım 2009 Pazar

Bir bira daha içmeden nereye be birader?





ALPER TURGUT

“Şark Oyunları” (Eastern Plays), Balkanlar’da tırmanan milliyetçi şiddeti ve Türk düşmanlığını kurgulayan, ikili ilişkiler bazında komik ve hüzünle buluşup damarımızı bulduğu anlarda ise trajik, orta ölçekte bir seyirlik. Ve film bitiyor ve sinema salonundan, gün boyu yakamızı bırakmayacak katmerli bir üzüntüyle uğurlanıyoruz. Ancak bu kasvetin nedeni, asla senaryoyla ilintili değil. Burukluğumuzun yegâne tetikleyicisi, film boyunca oynamayıp, resmen kendini yansıttığı için ruhumuza değebilen uyuşturucu bağımlısı Christo Christov’un (1969–2008) elvedasıdır.




Şark Oyunları, daha çok reklam filmleri ve video klipleriyle tanınan Bulgar asıllı Kamen Kalev’in ilk uzun metraj denemesi... Bulgaristan-İsveç ortak yapımı filmin irili ufaklı rollerini ise Christo Christov (yönetmenin çocukluk arkadaşı), Ovanes Torosian, Nikolina Yancheva, Krasimira Demirova, Ivan Nalbantov, Velislav Pavlov ile ülkemizden Saadet Işıl Aksoy, Hatice Aslan ve Kerem Atabeyoğlu üstleniyorlar.


Sofya’nın geceleri tekinsizdir. Politikacılar, el altından kanunsuzluğu beslemiş, Güzelim kent, nefret, şiddet ve tahammülsüzlüğün esiri olmuştur. İşte belalı bir gece daha... Aşırı milliyetçi güruhun, bu kez hedefinde bir Türk ailesi var. Ve uzun zaman önce birbirlerinden kopan iki kardeş... Ağabey Itso, Türklerin yardımına koşarken toy kardeş Georgi, saldırganların arasındadır. Itso’nun yaralanmasına karşın olgun bir tavır sergilemesi ve Georgi’yi deşifre etmemesi, genç adamın kendini sorgulamasına yol açar. O, artık Nazi çetesinden uzaklaşacak, iletişimsizliğe son verip, önce rol modeli bellediği ağabeyine ardından da aşka yakınlaşacaktır. Bir mobilyacı atölyesinde ömrünü tüketen ve öteden beri sadece ressam olarak yaşayacağı başka bir kente göçmeyi hedefleyen Itso, gün geçtikçe umutsuzluğa meyletmektedir. Uyuşturucudan kurtulmak için tedavi gören ve anlaşmakta güçlük çektiği güzel sevgilisinden ayrılan tepeden tırnağa huzursuz Itso’nun en yakın dostları bira şişeleridir. Kendi olduğu, kendini bulduğu tek yer evidir. Çünkü alkol alıp, resim yapabilecektir. Itso’nun aradığı kurtarıcı yoksa aşk mıdır demeye kalmadan bizim eleman ve Türk ailesinin alımlı kızı Işıl, yakınlaşırlar.


Şark Oyunları’nı, Antalya Altın Portakal Film Festivali ve Filmekimi’nde kaçırmıştım, nihayet Bursa İpek Yolu Film Festivali’nde izleyebildim. Ben bu filmi, açık ve net söylüyorum; psikolojisiyle resmen savaşmaya soyunan Christo’nun hatırına sevdim. Evet, Şark Oyunları, başroldeki Itso karakterini canlandıran Christov’un ilk ve son filmi. Onun yaşamı, film montaj masasındayken “altın vuruş” ile sonlandı. (Tokyo Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandığını da es geçmeyelim) Hiç kuşkusuz Christo’nun, film boyunca, dünya dertlerini ötelemek için çırpınışına tav oldum. Hem “bir bira daha içelim mi?” diyerek konuyu değiştirmesine hem de sevgilisiyle giriştiği amansız ve anlamsız diyaloglara gülümseyebildim. Aktörlük deneyimi olmayan Christo, belki filmi hafifletmiş ve inandırıcılık ekseninden uzaklaştırmıştır. Bu durum ve karikatürize tipleme, en kötü ihtimalle şiddete tepki gösteren metni, sırf ona odaklandığımız için çarçur etmiştir. Varsın olsun, bu film, yitip gidene adansın. Teşekkür Christo, geçmişimi düşündürttüğün, hayata dair kırgınlıklarımı ve ilk gençliğimi hatırlattığın için. Bakalım sizlere neler anımsatacak.


Film bitiminde Hatice Aslan’ı telefonla aradım, konu Christo’ya gelince sesinin rengi değişti; O, yetenekli bir heykeltıraş ve güzel bir adam idi... Ve henüz 39 yaşındaydı. Artık çok geç ama yine de bizi duyar umuduyla soralım; “bir bira daha içmeden nereye be birader?”



http://www.cinedergi.com/

28 Ekim 2009 Çarşamba

Tanımsız bir karabasan




ALPER TURGUT

Kuzey’in görece deli ve dahi yönetmeni Lars Von Trier, ta öteden beri tabu deviren olmaya meyletmişti, kabul... Ancak “AntiChrist” (Deccal) ile kendi sınırlarını dahi aştı, izleyenlerin ise haliyle feleği şaştı. Evet, AntiChrist, eleştirmenleri bölen, seyirciyi de salondan kaçırtan, hazmı ziyadesiyle zor ve ekstra tuhaf bir seyirlik. Trier, sinemaseverleri provoke etmeye bayılıyor ama bu kez çektiği filmi kendisi de tanımlayamıyor.

Nudist (bildiğin cıbıldak) bir Yahudi ailenin oğlu olan Lars Von Trier, 1956 yılında Danimarka’da doğdu. Henüz 11 yaşındayken kendisine hediye edilen “Süper 8” kamera ile film çekmeye başlayan Trier, farklı dünyaları kurgulamak adına yönetmenlikte karar kıldı ve 1979 yılında Danimarka Film Okulu’na yazıldı. 1984–1991 yılları arasında Avrupa üçlemesini (Forbrydelsens element / Epidemic / Europa ) kotaran Lars Von Trier’e, hayatın da sürprizleri vardı. Annesi ölüm döşeğindeyken (1995), Lars’a gerçek babasının adını fısıldadı. Gerçek baba, Lars ile yan yana gelmeyi reddetti. Yönetmenimiz de geçmişine sırtını çevirdi ve dinini değiştirip Hıristiyan oldu. Asıl çıkışını “Dalgaları Aşmak” (Breaking the Waves / 1996) ile yapan Trier, “Geri Zekalılar” (Idioterne / The Idiots) ve “Karanlıkta Dans” (Dancer in the Dark) ile ününü pekiştirdi.
“Fırsatlar Ülkesi Amerika” üçlemesinin ilk iki bölümü “Dogville” ve “Manderlay” ile büyük beğeni toplayan Trier, sacayağını “Wasington” ile tamamlayacak. Lars Von Trier’in geleceğe dair en büyük projesinin adı ise “Dimension”... Trier, tam 33 yıl sürecek bu uzun soluklu projeye, 1991’de start verdi. Demek ki; Avrupa’nın farklı bölgelerinde demlenen Dimension’u izleyebilmek için 15 yıl kadar daha bekleyeceğiz. Bugüne dek çeşitli festivallerden 60 ödül kazanan Trier, aynı zamanda senarist, yapımcı ve görüntü yönetmeni olarak sinemaya hizmet ediyor. O, hala tartışılan “Dogma 95” akımının da yaratıcılarından.

İşte 62. Cannes Film Festivali’ni şöyle bir çalkalayan AntiChrist (altı Avrupa ülkesinin ortak yapımı), beyazperdeye durmadan deneysel ve marjinal filmler taşıyan Lars Von Trier’in elinden çıktı. Trier, büyük Rus yönetmen Andrey Tarkovski’ye adadığı AntiChrist’in senaryosunu ise güzelim “Adem’in Elmaları”nı (Adams æbler) çeken yurttaşı Anders Thomas Jensen ile birlikte kaleme aldı. Filmin başrollerini ABD’li usta ve yetkin aktör Willem Dafoe ile Rus asıllı Fransız müzisyen Serge Gainsbourg ve İngiliz aktris Jane Birkin’in 13 yaşından beri kamera karşısında yer alan kızları Charlotte Gainsbourg (Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandı) sırtladı.

Kadınlara yönelik şiddetin tarihçesiyle ilintili yüksek lisans tezi hazırlayan anne ve terapist baba, şehvet nöbetinde kendilerinden geçerken biricik oğulları, pencereyi aralar ve kendini ölümün kollarına atar. Açılışa “Lascia Ch'io Pianga” adlı arya bulaşır, kahreden görüntü daha da ağırlaşır;
“Bırak da ağlayayım

zalim kaderim

ve özgürlüğüm için iç çekeyim.

Hüzün kırsın zincirlerini

ıstırabımın, merhamet aşkına.”

Evladın kaybı, anne ve babayı perişan eder. Acı eşiği kişiden kişiye değişir. Baba, içinde fırtınalar kopsa da soğukkanlılığını korumaya çabalar, anne ise suçu kendinde bulur ve pişmanlıkla desteklenen ruh hali, dibe vurur. Masumun yitimi, annenin içindeki şeytanı tetikler. Ve zamanla kötücül bir anti-kahramana dönüşen kadın, resmen zıvanadan çıkar. “Kader”, “Acı”, “Umutsuzluk” ve “Üç Dilenci”... Her bölümde şiddetin dozu daha da artar.

Terapist koca, karısının tedavisini kendisi üstlenir. Kadının, tezini rahat rahat yazabilmek için oğluyla birlikte yaz tatilini geçirdiği ormanın en ücra yerindeki kulübeye giderler. Adam karısını anlayabilme ve tanıyı koyabilme süreci, belalı, yorucu ve yıpratıcıdır. Dini ritüeller çoğalır, şeytan işi alt metin iyice belirginleşir. Kadın garipleşir, hayvanlar garipleşir, doğa garipleşir. Ve bu alengirli gidişat, bir türlü adamı silkeleyip kendine getirmez. Zavallı koca, hala karısını eski haline döndürecek yöntemin peşindedir. Kader ise ağlarını örmektedir, kim kurban kim avcı, kim mazlum kim zalim açığa çıkacaktır. Karanlığın ve aydınlığın mücadelesinden çok, insanın iç dünyasına ait yansıma, yanılsamadır bu... Kaldı ki; savaş vardır ancak kazananı yoktur.

Yeterince lak lak yaptık. Sadede gelelim. Kendi adıma, AntiChrist’in ayrıntılarına hayran oldum ve onu üstüne kafa yorulacak filmler kategorisine koydum. Sevip sevmemek, beğenip beğenmemek, bilinçaltının tersyüz edilebildiği böylesi ender yapımlar baz alındığında hayli basit kaçıyor. Yapıt, istisnasız birçok eğilimden besleniyor, seks ve şiddet ise filmin omurgasını oluşturuyor. Bu karabasan muadili film, hem insanı gerim gerim geriyor hem de yer yer mide bulandırma işlevini görüyor. Kadınlara yönelik bakış açışı, feministlerin gadrine uğradı bile... Hayvan hakları savunucuları da teyakkuza geçmekte gecikmedi. Gösterime girdiği ülkelerde kopan yaygaradan bahsetmeye ise sanırım gerek yoktur.

Asıl merak konusu; Hıristiyanlığın sembolü haçı tersine çeviren AntiChrist’in, (bağnaz izleyiciler, çoktan şeytani bir film olarak belledi) kilise tarafından ne zaman aforoz edileceği? Her şeye rağmen Trier, tüm bu şamatayı gülümseyerek izliyor (Usta yönetmen, filmi için kimseden özür dilemeyeceğini açıkladı). Ve gelelim ülkemize... AntiChrist’in sinemalarımızda “sansürsüz” gösterilmesini beklemek, inanın safdillik olur. Zaten kan akan penis ve kesilen klitoris görmek, asla genel bir tahammüle göre değil.


http://www.cinedergi.com/

25 Ekim 2009 Pazar

Diyarbakır sokaklarından film setine




Kürtçe çekilen bir film “Min Dît”, hem adı hem içeriği nedeniyle oldukça tartışıldı Altın Portakal’da. Beklenen ödülleri almadı belki ama çocuk oyuncularının Oscar’lık akranlarını aratmayan performansı büyük beğeni topladı. Şenay, Muhammed ve Suzan ilk başrollerinin ardından yeniden Diyarbakır sokaklarına ve yaşamlarına döndüler, geleceğe dair umutlarla...

ALPER TURGUT

Altın Portakal’ın en çok tartışılan, kimilerince karşı çıkılan ve kimilerince de ayakta alkışlanan yapımı “Min Dît” (Ben Gördüm) idi. Her üçü de 13 yaşında olan Şenay Orak (Gülistan), Muhammed Al (Fırat), Suzan Ilır’ın (Zelal), inanılmaz ölçüde üretken ve tam tekmil yürekten oyunculuklarına ise hiç kuşkusuz kimsenin edecek bir lafı yoktu. Çocuk oyuncular, yetişkinler kadar rol yapmayı beceremedikleri için haliyle yapmacıksız bir performans sergilerler. Saf ve duru, acıtan ve gülümseten, şaşırtıcı ve akılda kalıcı... Evet, dünyanın en yetenekli aktörü dahi, bir çocuk kadar hüzünlü bakamaz ve gözlerine asla bin anlam katamaz. Türkçe veya Kürtçe, hiç fark etmez, çocukların ruhlarında barınan, öncelikle basitin (asla sıradan değil) ve masumiyetin dilidir. İşte bu ortak dil, Şenay, Muhammed ve Suzan’ın, Hintli akranları sayesinde “Milyoner” (Slumdog Millionaire), sekizi Oscar olmak üzere toplamda yüz ödül kazandı. Brezilya’nın iliklerine dek yoksul favelalarından çıkan yeniyetmeler ise, “Tanrı Kent”i (Cidade de Deus), inadına çarpıcı ve sürükleyici bir destana çevirdiler.


Yönetmen Miraz Bezar, Min Dît’i “Diyarbakır’ın Çocukları”na adadı. Hal böyleyken “Kız Kardeşim”den (Mommo) bu yana gördüğüm en harika işe imza atan çocuk oyuncularla söyleşmemek olmazdı.





Şenay, adamakıllı düzgün cümleler kuruyor ve istisnasız herkesin bu filmi izlemesi gerektiğini söylüyor. Ancak bir şartı var; o da önceden kuşanılan eleştiri oklarının bir kenarı bırakılması... Hem onlar, hem de aileleri, Min Dît’i seyretmiş ve çok beğenmişler. Sadece Şenay’ın inşaat işçisi olan babası filmi izleyememiş, ailesine ekmek parası getirebilmek için Irak’ta çalışıyormuş. Unutmadan, Muhammed’in babası tütün doğrama işinde, Suzan babası da hayvan alım-satımı ile uğraşıyor. Ardından Diyarbakır’da çocuk olmanın zorluklarını anlatıyorlar teker teker, fakirlikten, işsizlikten, göçten ve çatışma ortamından söz ediyorlar. Birinin halası İzmir’e, diğerinin eniştesi Ankara’ya göç etmiş. İstanbul’da ve yurtdışında yaşayan akrabaları da sayarsak yerimiz yetmeyecek. Onlar, keşke diyorlar; kentimize birçok fabrika kurulsa, ailelerimiz işsiz kalmasa ve babalarımız Diyarbakır’dan hiç gitmese... Şenay’ın üç, Muhammed’in dört, Suzan’ın ise dokuz kardeşi var. Anne ve babalarının dilekleri ise ortak; sizler kati suretle okuyun ve bizim yaşadıklarımızı yaşamayın.


Sorum her çocuğa sorulabilecek cinsten, büyüyünce ne olacaksınız? Suzan avukat olmak istiyor, Muhammed ise oyunculuğa iyiden iyiye ısınmış, düşlerini aktörlük süslüyor. Ama yine de işini şansa bırakmak niyetinde değil. ‘Hadi bir filmde oynadın’, diyor, ‘ya sonrasında uzun bir müddet teklif gelmezse, aç ve açık kalabilirsin. Büyüdüğümde, anamın ve babamın eline bakmak istemem.’ Şenay ise çocuk doktoru, kalp-damar cerrahı veya avukat olmak istiyor. Gerekçeleri mi? Avukatlık; ezilenleri ve suçsuz yere cezaevlerine atılanları savunmak için... Kalp-damar cerrahı; kalp hastası olan babasına şifa vermek adına...





Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı tiyatro kursunda iki ay eğitim gören Muhammed ve Şenay, filmi için çocuk oyuncu arayan Miraz Bezar ile Urfa ve Mardin gezisinde tanışmışlar. Yolculuk sonunda Miraz, iki başrol oyuncusunu bulduğundan tereddütsüz emin olmuş. Suzan ile Miraz’ın tanışmaları ise resmen tesadüf eseri. ‘Bana verilen listede Suzan’ın adı vardı ancak telefon numarası değiştiğinden ona ulaşamıyordum. Filmde dede rolünü oynayacak kör bir ihtiyar aramak için mezarlığa gittim. Suzan, mezarlıkta su satıyordu ve birden tüm parıltısıyla karşıma çıkıverdi.'

Çocuklar, senaryolarını da alıp evlerine dağılmışlar. Aileler, evlatlarının tehlikenin kol gezdiği sokaklarda oynamaları yerine film setinde hünerlerini sergilemeleri konusunda hemfikir olmuşlar. Üstelik filmin Kürtçe çekileceğini öğrenen ebeveynlerin heyecanı bir kat artmış, sadece Muhammed'in babası bir şart koşmuş; 'Diyarbakır'ı kötüleyen bir filmde katiyen oynayamazsın, onun dışında kendini geliştirmen yerinde olur.'

Çocuklar evde Kürtçe, okulda ise Türkçe konuşuyorlar. Türkçe okuma ve yazmayı, okulda öğrenmişler. Muhammed, 'Diyarbakır şivesiyle konuşabildiğimiz bir Türkçe bu' diyor ve ekliyor; 'Okulda, Kürtçe öğrenmek isteyen öğretmenlerimiz var, sanırım kendi aramızda ne konuştuğumuzu bilmek istiyorlar.'

Miraz Bezar, Min Dît'in çekimleri sırasında çocukların okulunun devam ettiğini ve bu yüzden öğretmenlerinden izin aldıklarını söylüyor. Çocuklar zehir gibi olunca, çekimler de sanılanın aksine kolay geçmiş ve 'bana sadece yönlendirmek kaldı' diyen yönetmen, dört tekrarın ardından istediği sonucu alabilmiş. Filmde, anne ve babalarının katiliyle karşılaşan Gülistan ve Fırat karakterlerinin, neden farklı tepkiler verdiğini soruyorum. Miraz, kardeşlerin tepkisinin aslında Kürt toplumuyla benzer özellikler taşıdığını vurguluyor; 'Biri donuyor, çaresiz bir burukluk içinde kendini savunmasız hissediyor. O, hep içine atıyor ve günü gelince patlama kaçınılmaz oluyor. Diğeri ise tepki vermeyi, arayış içine girmeyi, mücadele etmeyi ve çözüm üretmeyi seçiyor.'

Son söz yine Miraz'ın; 'Çok şanslıyım. Çocuklar ve aileleriyle tanışma süreci keyifli ve öğreticiydi. İlişkimiz burada sonlanmayacak, çünkü onlarla kader birliği yaptık. Şimdi tek öncelikleri eğitimlerine devam etmek, ben de takipçileri olacağım.' Biz, Miraz Bezar ile vedalaşırken oturmaktan ziyadesiyle sıkılan çocuklar, soluğu, 'o, çok iyi bir amca ' dedikleri usta oyuncu Erol Günaydın'ın yanında alıyorlar.



Cumhuriyet Pazar Dergi / 25 Ekim 2009

4 Ekim 2009 Pazar

Futbolun hırçın kralı sinemada




Kavga, dışlanma, emeklilik, geri dönüş, kahramanlık; Eric Cantona’nın henüz 31 yaşında bitirdiği iniş ve çıkışlarla dolu futbol kariyerinin satır başları. Old Trafford’un kralı artık yeşil sahalardan uzakta; Ken Loach’ın yönettiği “Hayata Çalım At”la Film Ekimi Festivali’nde izleyicinin karşısına çıkıyor.


DENİZ ÜLKÜTEKİN


Eric Cantona futbol sahalarından emekli olalı çok oldu. Sonra ne yorumcu ne teknik direktör olarak yeşil sahalara adım attı. O artık bir aktör, yeteneklerini beyaz perdede sergiliyor. Başrolünü üstlendiği “Hayata Çalım At” isimli film, Film Ekimi Festivali'nde sinemaseverlerle buluşacak. 1998'de Elizabeth isimli filmde Cate Blanchett'le birlikte rol aldıktan sonra bu kez Ken Loach'un yönetmenliği altında hayatı tepetaklak olan Manchester’lı postacı Eric Bishop'ın karşısına çıkan 'melek' olarak izleyeceğiz kendisini. Cantona için aslında yabancı olduğu bir rol değil bu. Sadece beş yıl birçok futbolcunun, bir menajerin, bir kulübün hatta bir kentin kaderini değiştirmesine yetmişti...

2008'in soğuk bir Kasım akşamında İngiltere'nin güneyindeki liman kenti Southampton'da iliklere kadar işleyen yağmur ve soğuk insanları dışarıya davet edecek cinsten değildi. Yine de St. Mary's Stadı'nın sol köşesini dolduran sadık Manchester United kalabalığının keyfi yerindeydi. 'Kırmızı Şeytanlar' Southampton karşısında daha ilk yarıda maçı koparmış ve kalan dakikaları taraftarları için eğlenceye çevirmişti. Araya Sırp defans oyuncusu Nemanja Vidic için bestelenmiş “Katil Nemanja” ya da Koreli Ji Sung Park'a adanan “Ülkende köpek yiyor olabilirsin ama daha kötüsü de olabilirdi. Liverpoollu olup belediye binasında fare yerdin” temalı melodiler sıkışsa da, en yüksek ses “Kral Eric için içelim” ve “Cantona'nın on iki günü” şarkılarında çıkıyordu. Eric Cantona, Old Trafford'da geçirdiği beş yılda silinmesi zor izler bırakmıştı...

EMEKLİ BİR KRAL
Oysa Manchester United'a katılmadan iki yıl önce neredeyse futbol hayatı sona ermek üzereydi. Ülkesi Fransa'dan adeta dışlanmıştı. Nasıl dışlanmasın ki? 1987'de Auxerre'deki takım arkadaşı Martini'ye yumruk atmış, ertesi yıl Nantes'lı Zakarian'ı sakatlayarak ceza almıştı. Elbette sabıka dosyası bunlarla sınırlı değildi. Doğduğu kentin takımı Marseille'ya gittikten sonra bir hazırlık maçında oyundan alınınca adeta çıldırmış, formasını yere atıp taraftarların üzerine top fırlatmıştı. Birkaç ay geçmeden Fransa teknik direktörü Henri Michel'e canlı yayında ağır hakaretler savurması da milli takım kariyerini sekteye uğratacaktı. Franz Beckenbauer'in Marseille'dan ayrılmasıyla Cantona da Nimes'e gönderilecek, bu küçük ve hedefsiz takımda iyice bunalacaktı. Bir maçta hakemin üzerine top fırlatacak, üç ay ceza alacak ve futbolu bıraktığını açıklayacaktı.

Tam bir yıl futbol oynamadı. Neyse ki Michel Platini devreye girdi ve Cantona'nın futbola geri dönmesi için İngiliz kulüpleriyle görüşmeler yapmaya başladı. Manchester United'ın ezeli rakibi Liverpool'un hocası Graeme Souness “takımdaki arkadaşlık havasının bozulacağını” öne sürerek Platini'nin teklifini reddetti ve belki de İngiliz futbol tarihini değiştirecek kararı verdi. Sheffield Wednesday ise Cantona için on günlük deneme süresi talep etmiş dolayısyla baştan kaybetmişti. Cantona, Leeds United'da kendisine bir yer buldu. Maçlara genelde yedek olarak başlamasına karşın takıma önemli katkılar yaptı. Ancak 1992 Aralık'ında Leeds United, Fransız oyuncusu Eric Cantona'yı en büyük rakibi Manchester United'a satıyordu.

O ana kadar United'da işler yolunda gitmiyordu. Sekiz sezondur takımın başında olmasına karşın yıllardır beklenen şampiyonluğu getiremeyen İskoç menajer Alex Ferguson için, birçoklarına göre görevi bırakma zamanı gelmişti. Cantona'yla birlikte kulübün talihi tersine döndü. Fransız hem golleri hemde arkadaşlarına yarattığı fırsatlarla takımın en önemli ismi haline geldi. Yine de beladan uzak duramadı. Büyük protestolar altında oynadığı Leeds United deplasmanında bir taraftara tükürmekten ceza aldı. Sezon sonunda United yıllardır beklenen şampiyonluğu kazandığındaysa her şey unutulmuştu. Sonraki sezon United şampiyonluğun yanına bir de FA Cup eklemiş Cantona'ysa kulübün efsane isimleri arasındaki yerini almıştı. George Best ve Dennis Law'dan sonra beklenen 7 numara bir Mesih gibi Old Trafford'a inmişti.
KUNG FU CANTONA
Cantona'nın karakteristik özellikleri Manchester United'a birebir uyuyordu. Onu United'ın lideri yapan tüm bu özelliklerinin üzerine eklediği tartışılmaz futbol yeteneğiydi. Ve lider takımını yalnız bıraktığında başarısızlık kaçınılmazdı. 25 Ocak 1995'te belki de kariyerinde tüm gollerinden daha fazla akılda kalan karesi ortaya çıktı. Crystal Palace deplasmanında kendisine ırkçı sözler sarf eden bir taraftarı ustaca kung fu darbesiyle yere serdi. Bu dokuz ay futboldan men edilmesi demekti. Olay sonrasında basın toplantısındaki sözleri yıllarca gizemini korudu: “Martılar, sardalyelerin denize atılacağını düşündükleri için balıkçı gemilerini takip eder.”
Fransız yıllar süren sır perdesini birkaç ay önce katıldığı bir televizyon programında araladı. “O anda iyice bunalmıştım ve basından bir an önce kurtulmak istiyordum. Derin anlamları olduğu düşünülebilecek bir şeyler söyleyerek toplantıyı terk ettim. Açıkçası o sözler hiçbir şey ifade etmiyordu.”

Cantona'sız geçen dokuz ayda United, önce şampiyonluğu Blackburn Rovers'a kaptırdı, sonraki sezon yılbaşına Newcastle United'ın on puan ardında girdi. Cezası bitince İngiltere'den ayrılacağı söylenen Cantona, Alex Ferguson'un ısrarıyla takımda kalmıştı ama nasıl bir performans göstereceği belirsizdi? Ancak United birçok maçını Cantona'nın attığı tek golle 1 – 0 kazanarak Newcastle'ı yakaladı ve belki de İngiliz futbolunun en çılgın sezonunda rakibini son haftalarda geçmeyi başardı. Sonraki yıl United bu kez kolayca şampiyon oldu. Fakat sezon sonunda Cantona'nın beklenmedik emeklilik kararı kulüpteki herkesin sevincini kursağında bıraktı.
Futbolun Rimbaud'u kısacık beş yılda bir kulübün tarihini değiştirmişti ve artık gitme vaktiydi. Sonrasında kendisini reklamlarda ya da plaj futbolu oynarken gördük. Çoğu United taraftarı için Alex Ferguson'un yerini alacak kişiydi ama kulübü satın alan ABD'li iş adamı Malcolm Glazer görevde olduğu sürece Old Trafford'a dönmeyeceğini açıkladı. Ona göre kulüp Glazer'la birlikte işlevsel ama ruhsuz bir hale bürünmüş, yetenekli ama kişiliksiz futbolculara yatırım yapmaya başlamıştı. Yine de Old Trafford kalabalığı 1966'yı İngiltere'nin Dünya Kupası'nı kazandığı yıl olarak değil, Cantona'nın doğduğu yıl olarak hatırlamayı sürdürüyor ve hala yakasını asla kıvırmayan krallarının dönüşünü bekliyor.


Cumhuriyet Pazar Dergi / 04 EKİM 2009

3 Ekim 2009 Cumartesi

“ÇAĞIMIZIN EN MÜKEMMEL İNSANI”




ALPER TURGUT



Oscar’lı yönetmen Steven Soderbergh'in kurgulayıp, yetenekli aktör Benicio Del Toro’nun omuzladığı “Che 1 – Arjantin” (Che Part One: The Argentine) ve “Che 2 – Gerilla” ‘Che Part Two: Guerrilla), nihayet Filmekimi kapsamında seyirciyle buluşacak.

Baştan söyleyelim; Arjantin ve Gerilla, hiç kuşkusuz ince bir işçilik ile yoğun bir emeğin ürünü... Soderberg ve Del Toro, toplam uzunluğu 4,5 saate ulaşan ve bu nedenle iki ayrı parça halinde gösterime sokulabilen film için tam yedi yıl süren bir ön hazırlık yapmışlar.


“Seks Yalanları”, “Erin Brockovich”, “İyi Alman”, Ocean’s 11”, “Ocean’s 12” ve “Ocean’s13”. ABD’li yetkin rejisör Soderberg, resmen canı ne istediyse onu çeker. Festival filmlerini de yöneten odur, gişeye oynayan yapımları da... Üstelik yönetmelik dışında, senaryo yazarlığı, editörlük, görüntü yönetmenliği ve yapımcılıkla da haşır neşirdir. Arjantin ve Gerilla, “Olağan Şüpheliler”den beri mercek altına aldığımız Porto Rico doğumlu yıldız oyuncu Benicio Del Toro’nun, Soderberg ile yaptığı ilk ortaklık değil. Daha önce Soderberg’in “Trafik”i (Traffic) ile Oscar kazanan Del Toro, Che rolüyle de Cannes ve Goya’da en iyi erkek oyuncu ödüllerini kucakladı. Evet, aksanı, boyu posu ve daha birçok noktadan eleştirilse de hakkını da vermek gerek; Benicio Del Toro, filmin hemen her şeyi...

“CHE’Yİ KEŞKE ÇEKMESEYDİM”

Steven Soderberg, “The Guardian”a verdiği röportajda, oldukça mutsuz ve umutsuz bir portre çizdi. O, kariyerinin sonuna geldiğini düşünüyordu; “İki üç yıl içinde zaten kara listedeki bir yönetmen haline gelirim. Bir filme başladığımda her sabah ‘umarım proje hala devam ediyordur’ diye kalkmaktan sıkıldım. Hayatım boyunca yapmayı düşlediğim 3–4 proje kaldı. Onları da tamamlayınca sessizce kaybolmayı düşünüyorum. Artık yeni şeyler hayal edemiyorum”. Soderberg, Che filmiyle ilgili soruya ise şu yanıtı verdi; “Keşke Che’yi hiç çekmeseydim. Olağanüstü küçük bir bütçe ve takvimle çalışmak zorunda kaldık. Filmden memnunum ama hayatımı en az 3–4 yıl kısalttı. Herkes projeden biraz korktu. Hem onu sevenler, hem de ondan nefret edenler tarafından çok sıkı bir şekilde eleştirildik. Sadece oyuncular değil, tüm ekip bu eleştirilerden rahatsız oldu, motivasyonları düştü ve istediklerimizi gerçekleştiremedik”.

ARJANTİN UMUT, GERİLLA YILGINLIK

Arjantin, devrime yürüyen Küba’yı, Gerilla ise isyana sırt çeviren Bolivya’yı anlatıyor. Biri yengiyi, diğeri yenilgiyi kurguluyor. Özetle; birinin adı umut, diğerinin ki yılgınlık. Asi güçlerin, cangılda, dağlarda ve zor şartlarda verdiği mücadele renkli, Che’nin, Birleşmiş Milletler (BM) toplantısı için 1964’te New York’a gidişi (bu bölüm filme belgesel havası katıyor) ise siyah beyaz çekilmiş. Santa Clara’nın gerilla tarafından zaptı sırasında yakalanan takdire şayan görsel zenginlik, Soderberg tarzı ani geçişler, özenilmiş yakın plan çekimler. Ve dahası...

Filmde: Fidel ve Raul Castro, Bolivya’daki çatışmada yaşamını yitiren Almanya kökenli “Gerilla Tania” (Haydée Tamara Bunke Bider), Fransız gazeteci ve Che’nin arkadaşı Jules Régis Debray, geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz devrimci komutan Juan Almeida Bosque ve Che’nin adını oğluna verdiği can yoldaşı Camilo Cienfuegos (27 yaşında hayatını kaybetmiştir) da var. Che’nin hayat arkadaşı Aleida March ile Fidel’in biricik aşkı Celia Sanchez Mandula’yı da es geçmeyelim. Ve her koşulda “dağlara geri dönelim” çağrısını yineleyen İnti Peredo ve kardeşi Coco Peredo... Trinidad doğumlu iki kardeş, Bolivya’da can verirler. Anneleri Selvira Lei ise bir metanet anıtıdır: “Eğer doğurganlığımı yitirmemiş olsaydım, Latin Amerika’nın özgürlüğü için birkaç çocuk daha doğururdum.”

AŞK, DEVRİMCİNİN EN ÖNEMLİ ÖZELLİĞİDİR

Ernesto “Che” Guevara de la Serna Liync. Arjantin’de doğan, doktor önlüğü yerine mavzere sarılan ve sosyalizm bayrağını Guetemala’ya, Küba’ya, Kongo’ya ve Bolivya’ya taşıyan adam. Kadın gazeteci “devrimin sahip olduğu en önemli özellik nedir? diye sorar, Che yanıtlar; “Aşk! Bir devrimci, müthiş bir aşk ile yönetir kendini. İnsanlık aşkı, doğruluk ve adalet aşkı...”

Politik yönden bu filmi eleştirmeye yerimiz yetmez. İnsan yönünü verelim derken tepeden tırnağa zaafları olan, zavallı ve aciz bir komutanı resmetmek, ne özgünlüktür ne de tarafsızlıktır. Bence her şeyden önemlisi yapıt, sıcaklıktan ve sevecenlikten muaf, haliyle tutku ve ateş mağduru... O büyük sevdadan eser yok. Che, Küba devriminin komutanı Fidel’i “devrimciliğin olanca ateşiyle kucaklar”... Che’den yaklaşık beş yıl sonra gençlik önderlerinden Deniz Gezmiş, darağacına yürümeden önce ailesine bıraktığı son mektubunda; aynı cümleyi kurar. Devrimcilik, dünyanın en zor mesleği değil midir? İnanç, sevgi ve cesaret ile kurulan bir büyük yapının ustasıdır Che, “dünyanın neresinde haksız yere bir tokat patlasa birinin yüzünde, onu yüreğinde hissedebilmektir” diyebilendir.

SENİN İKONUN, BENİM REHBERİMDİR

Tartışmasız 20. yüzyılın en büyük filozofu Jean Paul Sartre, sıkı bir Che hayranı olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Sartre, Che’yi, “çağımızın en mükemmel insanı” diye tanımlar. Peki, sorarım sizlere, onu sadece ruhsuz bir idol olarak görmekteki ısrar niye? Hadi can düşmanı kapitalistler, Che’den nemalanmak istiyor, kirli elleriyle onu içi boşaltılmış bir ikona çevirmeye çabalıyorlar.

Yakışıklı, karizmatik ve dünyanın en bildik yüzü olduğu için bu anlaşılır. Ancak çaresiz kalacaklar. Çünkü dünya halklarının, ezilenlerin, kurtuluş ve özgürlük uğruna dövüşenlerin yüreğine ve bilincine, sureti, adı, andı, yapıtları ve yaptıkları çoktan işlemiştir. Evet, 42 yıl önce bedenen aramızdan ayrılsa da onun ışığı giderek büyüyor, büyülüyor. Biz de son zamanlarda ülkemizde ona karşı başlatılan hayasız saldırılara karşı inatla Che’yi “yeni insan”ı muştulayan ölümsüz bir “rehber” olarak belledik.

Binbaşı Ernesto; inandığı gibi yaşadı ve ölümü de bilerek ve isteyerek göğüsledi;
“Hadi gidelim dostum
asi yıldızlar parlasın alınlarımızda
yenemezsek
ölürüz
ne çıkar”

İngiliz yazar ve şair Christopher Logue ise, onun ardından şöyle seslenir;
“Aralık. Geç kalmış kuşlar kanat çırpıyorlar.
Bir otomobilin karla kaplı ön camına şunları yazıyorum:
CHE YAŞIYOR!”

Cumhuriyet Gazetesi Hafta Sonu eki / 03 Ekim 2009

28 Eylül 2009 Pazartesi

HEY UZAYLI BURASI “GETTO”


ALPER TURGUT

“District 9”, garibim uzaylıları dünyaya geldiklerine bin pişman eden vahşi insanoğluna dair, zeki, etkileyici ve kafa karıştırıcı bir bilimkurgu filmi. Hayli matrak, tek kelimeyle tuhaf ve inadına güzel bir film bu... Üstelik tümden sosyal içerikli ve kara kara düşündürtmeye meyilli de... Ucundan kıyısından ırkçılığa eğilimli olması ise tehlikeli (alt metinden yedirseler de biz uyandık ve bu durum canımızı sıkmadı değil)... Filmi sırtlayanlar mı? Ziyadesiyle yetenekli ve şeytani...

Filmi, 30 yaşındaki Güney Afrikalı sinemacı Neill Blomkamp yazdı ve yönetti. 30 milyon dolara mal olan District 9’un yapımcılığını ise Yüzüklerin Efendisi’nin Yeni Zelandalı rejisörü Peter Jackson üstlendi. Türler arası fuhuş, “uzaylılar giremez” yazılı dükkânlar, yaratık eti yiyen çete reisi, sadece uzaylıların kullanabildiği eksantrik silahlar ve çok amaçlı robotlar, kara büyü, Güney Afrika’da ne aradıkları anlaşılmayan ve film boyunca aşağılanan Nijeryalılar... İşte aksiyon, atraksiyon, atmasyon... Kâfi ölçüde mizah ve bilcümle heyecan bu filmde... Dünya yaşamına ayak uyduramayan uzaylıların öyküsü (Alien Nation) 20 yıl kadar önce de işlenmişti ancak tam gaz yol almaya ve hızını kesmek isteyen klişelerden sakınmaya çabalayan bu filmin tadı bambaşka... District 9, Türkiye’de 6 Kasım 2009 günü gösterime girecek. Sakın kaçırmayın.

Yıl; 1982... Gaipten gelen dev ve oldukça teferruatlı uzay gemisi, yerküreyi ziyaret eder. Ve ne hikmetse üzerinde asılı duracağı kenti, bilindiği üzere hiçbir zamazingoyu kati suretle kaçırmayan ABD’den değil de, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden seçer. Dünyamız büyük bir şaşkınlık içerisindedir, ülkenin en büyük kenti Johannesburg ise davetsiz misafirin yüzü suyu hürmetine esaslı bir ilginin odağı olmuştur. Sadede gelirsek, Johannesburg ile dünya dışı zımbırtı, uzun bir müddet karşılıklı bakışırlar. Sanırım herkesin o an aklındaki soru şudur; “acaba bunlar, dost mu, düşman mı?”

İnsanoğlu, doğası gereği sabırsızdır ya; sonunda dayanamayıp harekete geçerler ve uzay gemisinin kapısını, meşakkatli bir uğraşının ardından aralarlar. Gördükleri diz boyu sefalettir. Uzaylıların tamamı açlıktan bitap düşmüştür ve acil tarifesinden bir yardıma muhtaçtırlar. İnsanlar, zor durumdaki ve sağlıksız koşullardaki bedbaht yaratıklara acır (bu acıma hissi daha sonra kin, nefret ve öfke olarak geri dönecektir) ve zilyon tane uzaylı, Johannesburg’daki “9. Bölge” kampına yerleştirilir. Burada 40 yıl önce siyahların şiddet ve cebirle kovularak, sadece ve sadece mesut beyazların yaşamasına müsaade edilen yerleşim birimine nam-ı diğer District 6’ya bir gönderme mevcut.

“Beyaz azınlık efendi, siyah çoğunluk köle olsun” ... Güney Afrika Cumhuriyeti ve onun kanlı apartheid rejimi... Afrika’nın Antarktika’ya bakan ucu merhametsizlerin bembeyaz yurdu idi o zamanlar, sahip çıkanların da yüzlerini şeytan görsün! Bu nasıl bir ironi? Bütün siyahlar bitti, şimdi de uzaylıları tıktılar mülteci kamplarına...

“GETTO”, SİNEMA VE TARİHİN TEKERRÜRÜ

Gettolar, toplama kampları, tehcir kampları, çalışma kampları, mülteci kampları... (Bu “Getto” terimi, İtalyan kökenli ve yaklaşık beş yüz yıl kadar eski... Venedik kentinde söz sahibi olanların, Yahudileri bir arada yaşamaya zorladıkları mahallenin adından geliyor) Soykırım, katliam, açlık, sefalet, zulüm... Meşhur Theodor Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” dememiş miydi? İnsanın insana ettiğini anlamak ve anlatmak ne zor... Ama bilinmeli tüm olup bitenler, bir daha yaşanmaması ise şayet tek dileğimiz; inadına ve ısrarla yazılmalı, çizilmeli, söylenmeli, aktarılmalı, çekilmeli, gösterilmeli... Yoksa “tarih tekerrürden ibarettir” martavalını torunlarımıza hatta onlarında torunlarına vasiyet bırakmış olacağız.

Peki, gettolara dair filmler... Sinemada istisnasız bin bir örneği vardır. Misal; Varşova Gettosu en ünlüsüdür. Roman Polanski’nin 3 Oscar’lı eseri “Piyanist”, TV filmi “Ayaklanma” (Uprising / 2001)... Temcit pilavı demeye dilim varmıyor ama yetmez, yetemez... 1948 tarihli “Sınır Sokağı" (Ulica Graniczna), “Generallerin Gecesi”, “Nackt unter Wölfen”, “Jeszcze tylko ten las”... Madem sonu gelmeyecek noktayı biz koyalım. Biraz da Afrika’ya uzanalım mı? “Hotel Rwanda”, “Shooting Dogs”, “Kanlı Elmas”... Sonra Ortadoğu’dan “Kaplumbağalar da Uçar”, Sabra ve Şatilla Katliamı'nı anlatan “Beşir’le Vals”... Ya banliyöler... Başyapıt “La Haine” (Nefret / Protesto) ile başlarız, “Banlieue 13” (2004) ve “Banlieue 13 – Ultimatum” dan (2009) çıkabiliriz. Lanet olası Apartheid rejimini de boş geçmeyelim. Mücadele adamı Nelson Mandela’ya kameralarını çeviren “Özgürlüğün Rengi” (Goodbye Bafana) ne güne duruyor.

ADI KONULMAMIŞ BİR SAVAŞ, SÜRGÜN VE KEDİ MAMASI

İnsanların “karides” ve “çöp yiyenler” adlarını taktıkları bu yaratıklar, araba lastiği ve kedi maması lüpletmekten müthiş keyif alıyorlar. 9. Bölge Kampı’nı, Nijeryalı gangsterle paylaşan uzaylıların sayısı da aradan geçen 20 yılda çoğalıyor ve rakam 1,8 milyona dayanıyor (kürtaj zorunluluğu getirilmesine karşın uzaylılar gizliden gizliye yumurtluyorlar, filmin sonunda 2,5 milyon yaratıktan söz ediliyor). Zamanla Johannesburglular ile aralarında adı konulmamış bir savaş patlak veriyor. Ne yapsın zavallılar; araba yakmayı, trenleri raydan çıkarmayı eğlenceli buluyorlar. Taraflar zayiat vermeyi sürdürence bu kez devreye silahlı bir birimi de (kelle avcıları) bulunan Dünya Dışı Medeniyetler (MNU) adındaki şaibeli örgütlenme giriyor. MNU’ya bağlı Uzaylı İlişkileri Departmanı’nda operasyon saha şefi olarak çalışan Wikus van de Merwe (çiçeği burnunda aktör Sharlto Copley resmen döktürmüş), uzaylıları, kentten 200 kilometre ötede kurulan daha da rezil yeni kampa (10. Bölge) taşınmaya ikna etmekle yükümlüdür.

Aslında MNU, dünyanın en önemli silah üreticisidir ve uzaylıların lazer güdümlü oyuncaklarına göz dikmiştir. Tahliye için yapılan tehdit içerikli ikna turları sırasında beklenmedik bir kaza olur. Aslen saf, silik ve sakar bir tipe karşılık gelen Wikus, yaratıkların en zekisi Christopher Johnson’un 20 yılda oluşturabildiği –Çünkü Christopher, kumanda modülüne sahiptir ve uzay gemisini tekrar çalıştırıp oğluyla birlikte dünyayı terk etmek istemektedir- yaşamsal öneme haiz uzay sıvısını üstüne bulaştırır. Artık her geçen saat Wikus için işkenceyi de beraberinde getirecektir. Önce kolu ardından da tüm bedeni... Karideslerle dalga geçen Wikus’un yaratığa dönüşme süreci başlamıştır. Biricik aşkı karısından ayrı düşmenin üzüntüsüyle yıkılan Wikus, bir anda dünyanın en değerli adamı haline gelmiştir. Uzaylılardan başka kimsenin ateşleyemediği silahlar, bir insanın elinde kükremeye hazırdır. Kendini, yaratıkların kesip biçildiği laboratuarda bulan kahramanımız, can havliyle kaçıp kurtulur. Şimdi uzaylı Christopher ile işbirliği yapma ve yeniden insan olabilmek için kavga etme zamanıdır.

METROPOLİS’TEN DISTRICT 9’A BİLİMKURGU SİNEMASI

82 yıllık “Metropolis”ten bu güne bilimkurgu sineması, rüyalarımızı süslemeyi sürdürüyor. Altı değil 66 film çekilse doyamayacağımız “Yıldız Savaşları”ndan iyi başlayıp sonunda da bir çuval inciri berbat eden “Matrix”e, çocukların pek sevdiği “E.T.”den çarpıcı seyirlik “Yaratık”a, kült klasik “Bıçak Sırtı”ndan bilimkurgu masalı “Yapay Zeka”ya neler neler var zulamızda... Sonra Stanley Kubrick’in şaheseri “2001: Bir Uzay Destanı”nı, Andrei Tarkovsky’nin “Solaris” ve “Stalker”i, Terry Gilliam'ın “Brazil”i, Hayao Miyazaki’nin “Rüzgârlı Vadi”si... Seriler halinde ilerleyeceksek eğer “Maymunlar Cehennemi”, “Terminatör” ve “Geleceğe Dönüş”ü tartışmasız liste başı yapabiliriz. Efsanevi “Donnie Darko”, dizisi ve filmleriyle pek meşhur “Uzay Yolu”... Ardından “V”, “Şey”, “12 Maymun”, “Frankeştayn”...

Bir Uzakdoğu klasiği “Bir Başkasının Yüzü” (Tanin no kao), Sovyetler Birliği’nden “Kin-Dza-Dza”... 57 yıl aradan sonra yeniden çevrilen ve ne yazık ki; aynı tadı vermeyen “Dünyanın Durduğu Gün”. 1932 tarihli H.G. Wells’ten adapte edilen “Kayıp Sırlar Adası”. Bir bilimkurgu efendisi olan Wells’in “Görünmez Adam”, “Zaman Makinesi” ve “Dünyalar Savaşı”nı da unutmayalım. İki çevrimi de olmamış, kotarılamamış “Dr. Moreau’nun Adası”nı ise yekten unutalım.

Henüz izleme fırsatı yakalayamadığımız 2007 tarihli Japon bilimkurgu animasyonu “Evangerion shin gekijôban: Jo” ile 2006’da çekilen “Toki o kakeru shôjo”... Hazır animasyon demişken “Demir Dev” ile “Ghost in the Shell”i (şimdilik üçlediler) de atlamayalım.

Elbette, yakın tarihli filmler arasından da biz bilimkurgu hayranlarını mutlu eden yapıtlar çıktı. “Son Umut”, “Serenity”, çizgi roman uyarlaması “Demir Adam”, “Dünyalı” ve “Vol.İ”yi bir çırpıda sayabiliriz... Bu ay vizyona sokulacak olan “Zaman Yolcusu’nun Karısı” (Time Traveller’s Wife) ile “Suretler”i (Surrogates) de büyük bir merakla beklemekteyiz. Umarım, hüsrana uğramayız. Bunun dışında Filmekimi’nde de merak uyandıran iki bilimkurgu filmi var. Biri Shane Acker’ın “9”u... Yapımcılığını Tim Burton ve Timur Bekmambetov gibi iki delifişeğin üstlendiği 9, resmen iştahımızı kabartıyor. Öykü kısaca şu; yakın bir gelecekte makinelerin başkaldırıp insanları yok etmelerinin ardından dokuz bez bebeğe can verilir. Sizce de ilginç değil mi? Diğer filmimiz ise rock müzik yıldızı David Bowie’nin oğlu Duncan Jones’un (Zowie Bowie) yönettiği “Ay” (Moon)... NASA’nın Houston Uzay Merkezi’nde ders programına alınan bir bilimkurgu gerilim filmi... Ay, 1970’lerle 1980’lerin bilimkurgularına (Yaratık, Silent Running, Outland, Bıçak Sırtı) ithaf edilmiş. Ne denir? Yakışır.

Not; IMDB’de şimdilik 134 uyarlaması görünen çocuk düşlerimizin kılavuzu Jules Verne’i de anmadan noktayı koymayalım.

http://www.cinedergi.com/


13 Eylül 2009 Pazar

Adanalıyık, endüstriyel futbola karşıyık




Komünistlerin Beckham’ı

Bir peri masalı mı devrim hikâyesi mi bilinmez ama yarım kalmıştı. Livorno’nun ve solun yeşil sahadaki sancağı Cristiano Lucarelli Ukrayna’ya gitmişti. Kader bu yarım kalan hikâyeye göz yummadı. Lucarelli’yi doğup büyüdüğü kente geri getirdi. Üzerinde yükseldiği değerlere yeniden kavuşturdu. Belki eskisi kadar sivri dilli değil ama o hâlâ solun David Beckham’ı...

HÜSEYİN ATAŞ

Cristiano Lucarelli, endüstriyel futbolda romantik ruhlu bir futbol ikonu. Solcuların Beckham’ı da diyebiliriz. Adana Demirspor’la Livorno arasında oynanacak dostluk maçı için geldiği Adana’da sorularımıza cevap verirken İngiliz marka ve bayraklı spor ayakkabısını görünce puanını kırsak da o hâlâ bir idol.


Lucarelli’ye “son vuruşları çok iyi yapan bir santrafor”dan fazlasını ithaf eden elbetteki onun hayattaki duruşu üzerinde şekillenen hikâyesiydi. Torino’da top koştururken doğduğu kentin takımı Livorno’nun ikinci lige yükseldiği maçtan sonra sahayı işgal eden taraftarlardan biriydi. Ertesi sezon o da Livorno’ya döndüğünde yaşananlar sonu gelmeyecek bir devrim hikâyesine benziyordu.

Kimi futbolcular yüksek transfer ücretlerini kabul edip lüks içinde yaşıyordu. Ancak Lucarelli için o teklifler bir Livorno formasına değişilmezdi. Tutkusu ve inançları bazen tepki toplamasına da yol açıyordu. Attığı gollerden sonra Komünist Parti’den ödünç aldığı sol yumruğuyla taraftarlarını selamlaması, Livorno’nun İtalya milli takımından önce geldiğini açıklaması tartışmalı efsanesine bir çizik daha atıyordu hep.


Verdiği cevaplardan fark edeceksiniz, ilerleyen yıllarla birlikte biraz durulmuş ama öyle bir hikâyesi var ki geçen yüzyılda hayallerindeki toplumu statların etrafına inşa edeceğini sanan diktatörler Lucarelli’yle tanışsa ne düşünürdü acaba?




FUTBOL VE SİYASET İLİŞKİSİ


- Futbol ve siyaset arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz?


Futbolda siyaset her zaman var olacak. Hayatın her alanında olduğu gibi bu kaçınılmaz ama böyle olması bazen de oyunun önüne geçmiyor değil. Bu da futbolun ruhuna zarar veriyor.


- Bununla bağlantılı olarak futbolcuların siyasi görüşlerini açıklamasını doğru buluyor musunuz?


Sonuçta futbolcular da birer birey ve saha dışında sosyal yaşamları var. Her özgür insan gibi futbolcuların da siyasi görüşlerinin olması ve bunu açıklamaları bana gayet normal geliyor.


- Livorno’nun solcu bir takım olarak anılmasına ne diyorsunuz?

Öncelikle şunu belirteyim kulüp değil, futbolcular ve taraftarlar solcu. Solcu kulüp diye bir ifade bana yanlış geliyor. Bizim taraftarımızın hayata bakışları aykırı. Buna da saygı duyulması gerekiyor.


- Lazio ve Di Canio hakkında ne söylemek istersin?


Dediğim gibi solcu, sağcı takım diye bir şey olmamalı. Lazio’ya da, Di Canio’nun görüşlerine de saygı duyuyorum.


- İtalya’da “taraftar kartı” projesi gündemde. Ultra’lar (İtalyan Taraftar Grupları) fişleme operasyonu olarak gördükleri için karşı çıkıyorlar.

Bazı insanları eğitmek amacıyla herkesi cezalandıramazsınız. Ben de karşıyım bu projeye.



- Adana Demirspor - Livorno maçı sizin için nasıl bir anlam taşıyor?

İki takımında mazisi birbirine benziyor. Buraya Demirspor taraftarlarını onurlandırmaya geldik. Çok sportmen ruhlu bir maç oldu. Demirspor taraftarını ve Adana’yı çok sevdim özellikle havaalanındaki karşılama çok şaşırtıcıydı.

- Küba ve Livorno’nun bir hazırlık maçında buluşmasını düşlediğinizi açıklamıştınız. Bu hayaliniz devam ediyor mu?


Evet, hâlâ aynı hayali kuruyorum. Böyle bir maç gerçekten harika olurdu.






MİLLİ TAKIM UNUTULMAZDI


- Milli takım kariyerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Gök mavili formayı daha fazla giymek ister miydiniz?



Milli Takım’da geçirdiğim zamanlar unutulmazdı ve benim için çok özeldi. Tabi ki her futbolcu gibi milli takımımda olmayı isterim.

- Takip ettiğiniz Türk takımları var mı?


Aslında yok ama denk gelirse Avrupa Kupası maçlarını izliyorum.

- İtalya’da sürekli gündemi meşgul eden Mourinho hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben açık sözlü her insanı severim. Mourinho da fazlasıyla açık sözlü bir insan o yüzden çok sempati ile bakıyorum, beğeniyorum.

- Bu sezon Serie A’da kaç gol atmayı hedefliyorsunuz?


En az 15 gol atacağımı umuyorum.

Yeşil sahadan taşan değerler


Bazıları için kabak tadı vermeye başlayan bir hikâye futbol ve siyaset arasındaki ilişki ama geçen hafta Türkiye’deki bir 2. lig takımı ve İtalya’nın orta halli takımlarından biri arasında oynanan dostluk maçının çıkardığı gürültü, futbola plazma televizyonun hacminden daha geniş anlam yüklemeyenler için merak edilesi bir konuydu. Her iki takımın da taraftarları arasında yarattıkları etki saha içindeki hacimlerinden kat be kat fazlaydı, çünkü yeşil sahaya çıkarken üzerine giydikleri formaların taşıdıkları değerler köklerini stadın çok uzağında bir yerlerden alıyordu.


Evet Adana Demirspor işçilerin takımıdır, Livorno ise komünistlerin. Lazio’yu faşistler destekler, St. Pauli’yi ise anarşistler. Yakın gelecekte kalıplaşacak bu futbol kültürü hakkındaki basit çıkarımlar elbette ideolojik yandaşları derinden etkiler de, tek amacı sahaya çıkıp top koşturmak olan on bir adamın ayağında ne kadar değer bulur? Lucarelli iyi bir örnek, Livorno da öyle. Ancak bizzat Lucarelli’nin söylediği “kulüp değil taraftarlar solcu” sözü başka bir gerçeği daha işaret ediyor.


“Bir futbol takımı için alınan sonuç mu önemli yoksa sahaya taşınılan değerler mi” sorusu günümüzde çok da pratik cevaplar üretebiliyor. İtalya’da taraftar kartı uygulamasıyla birlikte Livornolu taraftarlar İtalya’nın dört bir yanına Kızıl bayraklarını taşıyamayacaklarsa ya da St. Pauli birinci sınıf locaları olan stadını hizmete sokmak üzereyse ve sonuç olarak futbol böylesi değişimlere açık bir sektörse kulüplerin üzerine oturtulan değerlerin sembolik olduğu anlaşılabilir. Yine de endüstriyel futbola karşı olmak ya da taraftarlara uygulanan baskıları protesto etmek adına sergilenen ortak duruşlar nasıl futbol siyaset adına bir araç haline gelebiliyorsa bunun tam tersinin de gerçekleşebileceğini gösteriyor.


Adanalıyık, endüstriyel futbola karşıyık




Aylar öncesinden dostluk maçı için Adana’ya davet edilen, “gelir mi gelmez mi” denilen Serie A takımlarından Livorno davete icabet edip Şakirpaşa’nın pistine iniverdi. Türkiye’nin üç büyüklerinden birisi gelse Şakirpaşa böylesine şen olmazdı o an. Havaalanında Lazio’ya edilen küfürlerle karşılanan Livorno kafilesi “Adana’ya gelen soluğu kebapçıda alır” geleneğini gerçekleştirdi. Kebaplar hazırlanırken önlerine gelen pideleri en hızlı mideye indiren ise Inter’in Livorno’da kiralık oynayan futbolcusu Nelson Rivas oldu. Livornolu futbolculara kebabın yanında şalgam içmelerini ne kadar önerdiysek de tatmadılar. Halbuki şalgamın rengi olan bordo-kızıl, hem forma hem de siyasi renkleri.


Stadın içinde neler yoktu ki! Adana Demirspor’un ateşli taraftarı ve Livorno taraftarının beraber söylediği Çav Bella’dan mı, yoksa Demirspor’un küçük amigosu Rafet’in 15 bin taraftara üçlü çektirdikten sonra Lucarelli’nin kucağında taraftar grubu olan Şimşekler’in huzurunda sol elle yumruk şov yapmalarından mı bahsetsek...


5 Ocak Stadı’nda akıllarda kalanlar oyun içinden çok tribünde yaşananlar oldu şüphesiz. Bırakın Türkiye’yi dünyada rastlanamayacak bir tabloydu Che, Filistin, Sovyet Rusya ve TKP bayraklarının açılması. Bu maç 30 yıl önce oynansaydı, bu sahneden sonra kıyamet kopardı herhalde. Düşünsenize binlerce insan Çav Bella’yı söylüyor, tribünlerde hemen her komünist ülkenin bayrağı var ve MHP’li Belediye Başkanı kalabalığı selamlıyor.


Bu tarihi maça sadece 15 bin futbolsever tanıklık edebildi. Adana Demirspor ve TRT arasında son ana kadar yapılan pazarlıklardan bir sonuç çıkmadı ve böylece maç hiçbir kanaldan yayınlanamadı. TRT yetkililerine göre maçın siyasi yönlere çekilmesi kararlarında etkili olmuştu. Ancak kimi iddialara göre TRT maçı, Adana Demirspor’a para ödemeden yayınlamak istemiş, isteği “doğal olarak” kabul edilmeyince de siyaset bahanesinin ardına sığınmıştı


anadoludanfutbol.blogspot.com

Not; Lucarelli’nin taktığı Demirspor atkısını bana hediye eden hemşerim Hüseyin Ataş ile röportajda büyük emeği geçen futbol sevdalısı Deniz Ülkütekin kardeşlerime sevgiler...
CUMHURİYET PAZAR DERGİ / 13 Eylül 2009

27 Ağustos 2009 Perşembe

Politik sinema umut ve yıkımın harmanıdır





ALPER TURGUT

Politikanın tanıdık hoyratlığıyla sinema dilinin emsalsiz kıvraklığını tek potada eritmek her zaman mümkün değildir. “Siyasi sinema”, her an kaba bir propagandaya dönüşebilir, yakıcı ve yıkıcı bir hal alabilir. Kıssadan hisse; sanatsal ve kalıcı bir zarafeti inşa etmek anlaşılacağı üzere hayli zordur. Bir süre önce meslektaşım Zuhal Aytolun ile birlikte magazine yem olmamış yönetmen ve oyunculara “Türkiye’de ‘siyasi sinema’ ne durumda ve yeni kuşak sinemacılar simge isim Yılmaz Güney'i aşabildi mi?” sorularını yöneltmiştik. Kimi Güney’in çıtasının daha da yükseklere taşındığını, kimi gerilediğimizi, kimi yerimizde saydığımızı ve hatta kimileri de Türkiye’de siyasi sinema diye bir şeyin olmadığını söyledi.

Evet, 12 Eylül Darbesi’nin ardından çekilen bazı filimler ‘politik sinema’ açısından umut vericiydi ancak hep daha iyisinin, bir adım ilerisinin perdeye aktarılması beklendi. Siyasi sinema açısından konu sıkıntısı çekilmeyecek bir tarihe sahip ülkemizde neden yeterince cesur davranılmadığı tartışılıp durdu. Zihinlerimizde hep şu sorular asılı kalıyordu: “Türkiye’de politik içerikli filmler çekilebiliyor mu? Çekilenlere karşı ise gizli bir sansür mü uygulanmaya çalışılıyor?”

12 Eylül Darbesi ve devamında gelen acımasız cunta rejimi, toplumsal hayatı darmadağın edip apolitik kuşaklar yetişmesine neden oldu. Sanırım çoğumuz bu konuda aynı görüşü paylaşıyoruzdur. Fikir, düşün, yazın, sanat, kültür... Cunta karanlığı her ne varsa altını üstüne getirdi, yaktı, yıktı, yasakladı, sürgüne yolladı, sansürledi ve susturdu. Türk sineması da bu amansız fırtınanın ortasında kalakaldı, zaten aksini iddia etmek resmen safdillik olurdu. Tartışmak, eleştirmek, önermek, savunmak mümkün değilken özellikle siyasi sinemadan bahsetmenin hiç âlemi yoktu. O koşullarda politik sinema büyük bir düş idi ve baskıcı düzenin emriyle tozlu raflara kaldırıldı, ister istemez... Yaprak bile kımıldamayan yılların ardından aydınlık beyinli yeni nesil yönetmenler, tüm toplumsal gevşemeye ve yaratıcılıktan yoksun rehavete karşın kollarını sıvadılar. Yeniden silkiniş, ayağa kalkış ikliminde, siyasi film denemeleri de peşi sıra geldi.

Geleceğe umutla bakan, tartışma çeşitliliğinin arttığını savunan ve kendi deyimleriyle elini taşın altına koymaya hazırlananlar, yıllardır dayatılan zehirli apolitikleşme ilacının etkisinden kurtulduğumuzu öne sürüyorlar. Hepsinin ortak kanaati, el değmemiş nice olay ve kişinin bulunduğu bu ülkede konu sıkıntısı çekilmeyeceği yönünde... Demek ki, siyasi sinema adına adımlar atacak cesaret yavaş yerine geliyor. Ancak ve ne yazık ki; kafalarımız hala çok karışık... Dileriz ülkemiz her türden politik sinema yapacak denli özgürleşir ve toplum buna hazır olmayı öğrenir. (Örneğin İspanya'da siyasi filmler festivali yapılıyor)

Politik sinema demişken yelpazenin en geniş halini görmemiz gerekir. Ülkemizin hali ortada, peki dünya ne durumda? Son yıllarda çekilmiş filmleri baz alırsak; “Beşir’le Vals”, “Persepolis”, “Frost/Nixon”, “V for Vendetta”, “Fidel’in Yüzünden”, “50 Ölü Adam”, “Il Divo”, “Ateş ve Citroen”, “Aleksandra”, “Firaaq”, “Bakış Açısı”... Liste uzayıp gidiyor. Mübalağa edelim, sonsuz sayıda film diyelim. Beyazperdeyi politika sosuna bulayan bu filmleri görünce gerçek apaçık ortaya çıkıyor, dünyanın derdi biterse siyasi sinema da biter. Ama dert bitmek nedir bilmiyor, haliyle sinemacılar da derman arıyor.

Biraz eskilere gidelim. Costa Gavras’tan “Ölümsüz” ve “Kayıp” adlı unutulmaz klasikleri, Emile Zola’nın romanından devşirme pek meşhur “Tohum Yeşerince”, Fellini-Rossellini ortaklığında kotarılan “Roma, Açık Şehir”, Vsevolod Pudovkin’in Maksim Gorki’den uyarladığı “Ana”, Mark Semyonoviç Donskoy’dan Gorki’nin ünlü üçlemesi “Çocukluğum”, “Benim Üniversitelerim” ve “Ekmeğimi Kazanırken”… Sonra Elia Kazan’dan Viva Zapata, ardından tarihi kişiliklerden yola çıkan Spartaküs, JFF, Gandhi, Danton, Malcom X… Hitler’in son günlerini anlatan “Çöküş” (Der Untergang), bir itirafçının çarpıcı öyküsü “Kurt” (El Lobo), Japonların, Çinlilere yaptığı mezalimi dillendiren “Nanking Katliamı” konulu yapımlar, adedi bilinmeyen soykırım filmleri ve sinema tarihinin en çarpıcı seyirliklerinden “Gel ve Gör”... Sovyet sinemasından “Dünyayı Sarsan 10 Gün”, “Kronstadt’lıyız”, “St. Petersburg’un Sonu”... Siyasetin sol yüzü İngiliz usta Ken Loach’tan, “Carla’nın Şarkısı” ve “Özgürlük Rüzgarı”... İspanya İç Savaşı’nı masaya yatıran “Libertarias”, “Ülke ve Özgürlük ”, “Ana ve Kurtlar”… (Fırat Sayıcı arkadaşım bu filmleri geçen sayıda çok güzel anlattı, SİYAD üyeliği gerçekleşen meslektaşımı kutluyorum)

Bilcümle savaş filmlerini atlamayalım. Alanı daraltırsak ve misal Bosna Savaşı’na odaklanırsak, pek çok film ile karşılaşırız. Altın Ayı kazanan “Esma’nın Sırrı” ise belki de bunların en tazesi… Ya diğerleri; Milcho Manchevski'nin çemberin asla yuvarlak olmadığını 'kelimeler', 'yüzler' ve 'resimler' ile haykırdığı muhteşem başyapıtı Yağmurdan Önce (Before the Rain), Balkan sinemasının yüz akı ünlü Emir Kusturica'nın acıyla mizahı harmanladığı Yeraltı (Underground) ve sonrasında Bir Mucizedir Yaşamak (Zivot Je Cudo) adlı eserleri, Isabel Coixet'in (Goya ödüllerini toplayan) bir kadın şahsında savaşı resmettiği filmi Sözcüklerin Gizli Yaşamı (La Vida Secreta de las Palabras) ile Ahmed Imamovic'ten tabiri caizse 'ortaya karışık' ve kısmen absürd bir deneme Batıya Git (Go West)… Evet, bunlar ilk akla gelenler...

Unutulmamalı, siyaset hayatın her alanında ve istisnasız devinen her yanımızda... Politika umuttur bazen sımsıkı sarmalayan ve bazen de yıkımdır ne yazık ki... Ve gün olur, siyasetin beyazperdeye yansımasıyla (delibozuk propaganda filmleri değil asla) etkisi iç acıtan yapımlar kıt da olsa karşımıza çıkar. Aslında zordur siyasi sinema. Acıyı kurgulamak, kotarmak, yaranmak bela iştir... Özetle emperyalizmin, kapitalizmin, savaşın, işgalin, CIA'nın, işkencenin, tecavüzün ve her türlü melanetin başrolü kaptığı bu yapımlara parantezler açmayı sürdüreceğiz. Politik sinemaya –bu kulvar oldukça geniştir- ileriki aylarda devam ederiz, siyasi filmlerden vereceğimiz örneklerle dosyamızı şimdilik kapatalım. Not; Çıkış noktası politika olup, bir süre sonra raydan çıkanlar başka başka mecralara savrulan filmler de vardır. Siyasete uzak görünüp alt metinlerle en aşağılık ve ırkçı söylemlere sarılanlar da… Kışkırtmadan uzak sanata yakın filmler kuşkusuz önceliğimizdir.

Büyük bir öncü; Potemkin Zırhlısı

Efsanevi “Potemkin Zırhlısı” (Bronenosets Potyomkin / Battleship Potemkin) politik sinemanın, propaganda filmlerinin ve daha da ileri gidecek olursak modern sinemanın öncüsüdür. Lenin, ihtilalın ardından sinemayı devletleştirme kararı alır (1919) ve akabinde Devlet Yüksek Sinema Teknik Okulu’nu kurdurur. (1922). Stalin ise Lenin’in bıraktığı yerden devam eder. Büyük Ekim Devrimi’nin tüm sinemaseverlere hediyesi olan dahi yönetmen Sergei M. Eisenstein, adı geçen başyapıtı tam 84 yıl önce çekti. İşte Stalin’in direktifiyle kotarılan Potemkin Zırhlısı, 1905’te içten içe çürümekte olan çarlık rejimine karşı ayaklanan kahraman denizcilerin öyküsünü anlatır. Film, devrimci propagandayı (Bolşeviklerin ayaklanmanın 20. yıldönümüne saygı ve selam duruşudur) esas alır. O tarihte henüz 27 yaşında olan ve “Grev”den sonra ikinci filmini yönetmenin büyük heyecanını yaşayan Eisenstein, Potemkin Zırhlısı’nın senaryosunu Nina Agadjanova, Nikolay Aseyev ve Sergey Tretyakov ile ortaklaşa yazar. Eisenstein, filmin kolektif bir yapıma dönüşebilmesi için kimsenin öne çıkmasına izin vermez, tam da bu yüzden Potemkin Zırhlısı’nın başrol yerine binlerce gönüllü oyuncusu vardır. Yaratılmak istenen epik bir destandır ve Eisenstein bunu sinemada başaran ilk yönetmendir.

Pek çok otoriteye göre; teknik açıdan devrim niteliği -çağına göre- taşıyan Potemkin Zırhlısı, dünyanın en iyi filmidir. Kimi sinemacılar ise Potemkin Zırhlısı ile ondan 16 yıl sonra çevrilen “Yurttaş Kane”i (Citizen Kane / Orson Welles) önemlilik ve ölümsüzlük konusunda yarıştırırlar. Sinema derslerinde de bu “öncü”yü irdelemek mutlak bir zorunluluk gibidir. Potemkin Zırhlısı ne yazık ki; Hitler’in sağ kolu, Nazi’lerin Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Paul Joseph Goebbels’i de derinden etkilemiştir; “Eşi benzeri olmayan şaheser. Bu filmi izleyen insan bir Bolşevik olabilir.” Filmin ana eksenini tamamlayan beş parça şunlardır; “İnsanlar ve solucanlar”, “Limandaki drama”, “Ölümün çekişi”, “Odessa merdivenleri” ve “Filoyla randevu”... Özellikle Odessa merdivenlerinde yaşanan katliam bölümü, sinema tarihinin unutulmazları arasına adını çoktan yazdırmıştır. Ve hatta birçok yönetmen hala ünlü merdiven sahnesine göndermeler yapıp durur. Potemkin Zırhlısı, öte yandan şanssız da bir filmdi. Rusya dâhil pek çok ülkede yasaklandı, sansüre uğradı. Ve bundan beş yıl önce film, hummalı bir çalışmayla yeniden yapılandırıldı.

Eisenstein’in bir diğer politik filmi de, Amerikalı gazeteci John Reed’in, “Dünyayı Sarsan On Gün, adlı ünlü romanından uyarlanan “Ekim” idi. “Yaşasın Meksika” ise Eisenstein'ın “bitmemiş başyapıt”ıdır

Evlatların için ağla ey Arjantin

“Resmi Tarih” (La Historia Oficial), siyasi sinemanın doruklarından... Naif, akılda kalıcı, sarsıcı ve kan dondurucu... .

Cuntalar, Güney Amerika’nın makûs talihi gibidir (ülkemizin kaderi de benzer özellikler taşımaz mı?) ve bu kahredici ve bildik gerçek, hiç kuşkusuz ki; ötelenemeyen tüm acıların, tarifsiz yaraların ve kayıp ruhların yegâne sorumlusudur. Şili cehenneminde yitirilen insanlığın ortak değerleri Salvador Allende ve Victor Jara’ya birer selam çakalım ve asıl konumuz olan Arjantin Cuntası için ayrı bir paragraf açalım. Tarih 24 Mart 1976... Köşe başlarını tutan postallar, bütün renkleri boğan üniformalar ve caddelere kan ağlatan tank paletleri... Hain General Jorge Videla komutasındaki CIA güdümlü ordu, Başbakan İsabel Peron’u devirdi. Bilmeyenlere hatırlatalım; İsabel Peron, en ünlü Arjantinli Juan Domingo Peron’un üçüncü eşidir. İki kez başkanlık yapan eski asker Peron, bir dönem sekreterliğini de üstlenen İsabel ile efsanevi Evita’nın “Eva Peron” hayata erken vedasının ardından evlenmiştir. Madonna, Joan Baez, Sinead O’Connor ve Olivia Newton-John’un seslendirdiği Evita ağıtı “Don’t Cry For Me Argentina” (Benim İçin Ağlama Arjantin) unutulabilir mi?

Darbenin ardından Arjantin genelinde 650 tutuklama merkezi oluşturulur ve 30 bin kişi yaratılan bu hayâsız kan gölünde katledilir. Askeri yönetim, muhalif bellediklerini, sonsuz işkencelerin ardından kargo uçakları ve helikoptere bindirir ve sonra ayaklarına ağırlık bağlayıp -diri veya ölü fark etmez- okyanusa atar. Bizim Cumartesi Anneleri’nin gözyaşlarıyla izlediği Arjantin orijinli politik film “Olimpo Garajı” (Garage Olimpo / 1999) son soluğunu azgın dalgalara bırakanları anlatır. Benzer bir canavarlığın yaşandığı Şili’de suya atılan ve cesedi kıyıya vuran genç ve idealist bir kadın öğretmen için de bir türkü yakılır; “O, denizden geldi”... Darbecilerin, gaddarlıkları bitecek gibi değildir; hamile kadınları işkencede öldürüp, 500’ü aşkın bebeği evlatlık olarak dağıtırlar. Uzun yıllar sonra bu çocuklardan sadece 80 kadarı gerçek aileleri tarafından bulunabildiler. İşte tam da bu yüzden diyoruz ki; sen, yine de metanetini bir kenara bırakma ancak hiç değilse bir kez olsun, en asil evlatların için ağla ey Arjantin.

Gelelim filmimize; Tarih öğretmeni Alicia, ABD’li şirketlere danışmanlık yapan hukukçu kocası Roberto ve beş yaşındaki evlatlık kızları Gaby ile huzur, güven ve zenginlik içerisinde yaşamaktadır. Arjantin darbenin etkisinden gün be sıyrılmaktadır ve Alicia’nın korunaklı ve sırtını gerçeklere döndüğü dünyası da yıkılmak üzeredir. Resmi Tarih, Arjantinli yönetmen Luis Puenzo tarafından 1985 yılında çekildi. Siyasi filmler kategorisinden kısa bir sürede kült filmler listesine girebilen bir etkileyicilik, sanatsal bir işçilik ve yetkinliğe sahip bu yapıt, en iyi yabancı film Oscar’ı dâhil 22 ödül kazandı. Filmin başrollerini Norma Aleandro, Héctor Alterio, Chunchuna Villafañe ve Hugo Arana üstleniyorlar. Yıllar önce Türkiye’de de vizyona giren ve bu sene 12. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde gösterilen Resmi Tarih’i sakın kaçırmayın (DVD’si Digital Kültür tarafından satılıyor)...

Tutkulu bir kadın aşksız da yaşayamazdı


“Rosa Luxemburg” (Die Geduld der Rosa Luxemburg) ise devrim hareketinin kuramcısı ve önderi bir büyük kadının öyküsünü resmeden şiir gibi bir seyirlik. Rosa Luxemburg, eski Çekoslovakya ve Batı Almanya ortak yapımı, 1986 tarihli bilcümle vurucu ve takdire şayan bir eser. Filmin yönetmeni ve senaristi Margarethe von Trotta... Başrolleri sırtlayanlar ise Barbara Sukowa, Daniel Olbrychski ve Otto Sander... 2007’de gerçekleştirilen 2.Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nde gösterilen bu güzide yapıtın, DVD’sini almanızı hararetle öneririm.

Büyük şair Ahmed Arif’in “Suskun” adlı şiirinde selamladığı “Cihanın ilk umudu, ilk sevgilisi ve ilk gerillası Spartaküs”ün” iki bin yıl sonraki takipçisidir Rosa Luxemburg... Spartaküs Birliği’ni birlikte kurduğu ve aynı kaderi paylaştığı yoldaşı ise Karl Liebknecht’dir.

Polonya’da doğan, genç yaşında teorisyenliğe soyunan ve ardından evlenip Almanya’ya yerleşen “Kızıl Rosa”, her zaman bıçak sırtında yürüdü, cezaevlerine düşmek ve yakasını bırakmayan hastalıklar dahi onu yolundan alıkoyamadı. Clara Zetkin, August Bebel, Karl Kautsky ve daha niceleriyle ya dostluk kurdu ya da karşılarına dikildi. Lenin de, zaman zaman ters düştüğü Rosa için - her şeye rağmen - “O, bir kartaldı ve kartal kalacaktır” demiştir. Leo Jogies, Kostja Zetkin, Paul Levi, Hans Diefenbach... O, aşksız da yaşayamadı. Tam 90 yıl önce katledilen kadın, emek, özgürlük ve sosyalizm hareketinin büyük lideri Rosa Luxemburg’u (1871 – 1919), saygıyla anıyoruz.

Provoke edici bir seyirlik

“Açlık” (Hunger), zorlayıcı olduğu oranda sarsıcı, etkileyici, provoke edici ve akılda kalıcı bir seyirlik... İngiliz işgaline karşı Kuzey İrlanda’nın mazlum halkının onurlu ayaklanması ve devamında bu isyanı simgeleyen gencecik Bobby Sands’in açlık greviyle sonlanan destansı öyküsü...

Açlık’ı, 40 yaşındaki siyahî İngiliz yönetmen Steve McQueen (tam 29 yıl önce 50 yaşında hayatını kaybeden efsanevi aktörle alakası yok, sadece isim benzerliği) çekti. Filmin senaryosu Steve McQueen ve Enda Walsh’e ait. Açlık’ın başrolünde, babası Alman, annesi ise Kuzey İrlandalı olan yetenekli aktör Michael Fassbender var. Açlık’ta canlandırdığı Bobby Sands ile mükemmel bir iş çıkaran Fassbender’i sinemaseverler, “300” ve “Angel” adlı yapımlardan hatırlayabilirler. Yıldızı giderek parlayan Fassbender’i yakında Quentin Tarantino’nun son filmi “Inglourious Basterds”da izleyeceğiz. Filmin diğer önemli rollerini ise Liam Cunningham, Stuart Graham, Helena Bereen ve Larry Cowan üstlenmişler. Açlık, Cannes’da en iyi ilk filmin karşılığı olarak “Altın Kamera”yı kazandı ve çeşitli festivallerden 28 ödülle döndü.

“Açlık grevi eyleminde yaşamını yitiren İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) önderi ve İngiliz parlamentosu milletvekili Bobby Sands’ın son günlerini kurgulayan yapım, gıdasını politikadan alsa da kendisine bildik siyasi filmlerden ayrı duran bir kulvar seçmiş. İşkenceci sadist gardiyanlara ve zulme uğrayan siyasi mahkûmlara eşit oranda yaklaştığı için suçlanılabileceği ince bir çizgide yürüyen film, gerçeklik ve enformasyon kaygısı da taşımıyor. Sinema tarihine geçmeye aday 18 dakikalık kesintisiz bir plan, işkence sahneleri, duvarları bokla sıvanan hücreler, anüs kontrolü, eriyen bedenler, İngiliz hükümetinin “Demir Leydi” lakaplı Başbakanı Margaret Thatcher'ın metalik sesi... Açlık’ın hazmı zor ve yarattığı etki sersemletici... Tek kelimeyle; kışkırtıcı... Sands ve yoldaşları, 1996 Eylül’ünde ülkemizde gösterime giren “O da Bir Ana”dan (Some Mother’s Son) yaklaşık 13 yıl sonra tekrar aramızdalar. O da bir Ana (Oscar’lı yıldız Helen Mirren ve İrlandalı muhteşem aktris Fionnula Flanagan’ın büyüleyici oyunculukları unutulmazdı), işgal altında sokakları tutuşan ve yüreği içerdekilerle bir atan Kuzey İrlanda’yı anlatıyordu, Açlık ise neredeyse diyalogsuz bir şekilde korkuyu, yalnızlığı, özveriyi, nefreti ve büyük inancı resmetmeyi deniyor.

Basiretsiz bir örnek; “Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof”

“Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof” (Der Baader Meinhof Komplex), sol gösterip sağ vuran bir film. Ve tüm görsel cazibesine inat, senaryosu ve inandırıcılığı yerlerde sürünüyor. Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF), Almanya'nın yakın tarihini (1967–1977') sarsan ve silahlı eylemi devrim yürüyüşünün pusulası ve rotası belleyen bir örgütlenmedir. Bolivya’da Che, Vietnam’da Ho Amca, “kaldırım taşlarının altında kumsal var” diyen Parisli öğrenciler ve ABD’li çiçek çocuklar... Dünya siyasetle yatıp kalkmakta, gençlik sosyalizm düşü kurmakta, sokakların ruhu mutlu yarınlara inanmaktadır.

Filmimize gelecek olursak; İran’ın son şahı Muhammed Rıza Pehlevi ve onun güzelliği dillere destan üçüncü eşi Farah Diba’nın 2 Haziran 1967’deki Almanya ziyaretini protesto eden gençler, polis şiddetine (İstanbul polisine gönderme yapıp orantısız güç mü desek?) maruz kalırlar. Sonra RAF’ın ilk çekirdek kadrosu; Andreas Baader, Ulrike Meinhof, Gudrun Ensslin, Astrid Proll, Holger Meins, Jan Carl Raspe, Irmgard Möller ve diğerleri ortaya çıkar. Federal Cinayet Dairesi Başkanı sinsi ve becerikli Horst Herold ise peşlerine düşmekte gecikmez.

Öncelikle söylememiz gereken yönetmen Uli Edel'in devlet ideolojisinden yana taraf tutan bu filminin (Alman basını, onlara ‘çete’ demişti, Edel ise, serseri, sefil ve salaklardan oluşan vahşiler çetesini daha uygun görmüş sanırım) gösterime girdiği her ülkede tartışma yaratmasıdır. Andreas Baader, katıksız bir kadın düşmanı yani bildiğiniz yarım akıllı bir maço ve sürekli öfke nöbeti içerisinde... Siyasi bir önderden ziyade mahallenin delisine dönüştürülmüş. Gazeteci ve iyi bir hatip olan Ulrike Meinhof, ikircikli davranan sorunlu bir ev kadını kılığında... Edel’e göre o, resmen saftorik ve sıradan bir maceracı... Örgütün kendini geri planda tutan teorisyeni Gudrun Ensslin ise –sıkı durun- teşhirci bir top modele çevrilmiş. İkinci kuşak RAF’çılardan Brigitte Mohnhaupt ve Christian Klar ise devrimcilikle alakası olmayan ve kafaları asla basmayan tipler vasıtasıyla cezalandırılmış.

Eleştirilerimiz bitti mi? Ne gezer... Yoldaşına, “cezaevinde altı yıl erkeksiz kaldım, hadi sevişelim” diyen devrimci bir kadın militan. İçini boşalt, karikatürize et, kullanabildiğin kadar kullan ve at... İşte al sana yeniçağın ikon kültürü... Uzlaşmacılar, hinoğlu hinler, hainler, dönekler, yaptığı eylemi savunamayanlar... Çıplaklar kampı sevdalısı, rock yıldızı özentisi ve marka düşkünü eylemcilerin, bir tek “ille de birey, birey, birey” diye bağırmadıkları kalmış. Onları büyük büyük laflar eden küçük insanlar olarak betimlemek, filmin inandırıcılığını hepten silip götürmüş. Yönetmenin öfkesi o denli yaman ki; RAF üyelerini eğiten Filistinli direnişçiler de “hödük” mertebesindeler... İnançlarından kati suretle ödün vermeyenler ise filmimize göre toplu şekilde intihar ediyorlar. Yazık ve el insaf be!

Başrollerini Martina Gedeck, Moritz Bleibtreu, Johanna Wokalek ve Bruno Ganz’ın paylaştığı Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof, bugüne dek çekilmiş en pahalı Alman filmiymiş. Protesto gösterileri, ABD’yi hedef alan kanlı bombalamalar ve 10 dakikada üç banka soygunu... Tamam, görsellik 10 numara ancak film sırıtıyor ve ortaya halkın gerçek düşmanı RAF'tır gibi bir ucubelik çıkıyor.




24 Temmuz 2009 Cuma

Pislik ama güzel




ALPER TURGUT

Zift, 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde izlediğim uzak ara en güzel filmdi. Siyah-beyaz bu yapım için haliyle iyi kotarılmış yeni nesil bir kara film denemesi diyebiliriz. Bu bir beyazperde büyüsü ve mizahın en koyusundan demlenen sahici bir sinema şöleni... Üstelik matrak, absürt ve gerçeküstü... Hafif erotik, görece estetik ve hayli nevrotik... Yani edepsiz, sıcacık ve yarı deli... Ve tüm türleri bir potada eritmeye çabalarken kafası daha da karmakarışık bir hal alıyor. Hayır, bunca hengâmenin ortasında bilgi de zerk ediliyor. Kısaca; Zift, hem pislik hem de inadına güzel bir film.





Bulgaristan’ın geçen yıl Oscar adayı olan ve Uluslararası Moskava Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü (Gümüş George) kapan Zift’i, Javor Gardev çekti. Genç yönetmen Gardev’in henüz ilk filmiyle hedefi tam 12’den vurduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zift’in başrollerinde Hollywood’un da ilgisini çeken yetenekli aktör Zachary Baharov ile Tanya Ilieva ve Vladimir Penev var.






Bildiğiniz üzere bulaştı mı çıkmak nedir bilmeyen Zift, petrolün posasıdır, asfalt malzemelerinin de hasıdır. Ancak Vladislav Todorov’un aynı adlı romanından uyarlanan Zift'in anlamı ise bambaşka... Malum kelime, Bulgar argosunda afedersiniz “bok”a denk geliyor imiş. Zaten film, üç ton dışkının bir aldatılma hikâyesine suç ortaklığı yapmasıyla (daha doğrusu cezalandırma işlevi görüyor) başlıyor. Mesaj şu; bok büyük olursa verdiği hasar da azalır. Tabi ki bahsi konu edilen maddi değil manevi hasar...








Öyküsü acıklı ve silme yoksul bir ailenin yaramaz oğlu, insanları korkutmak için bavullara saklandığı için “Güve” adını almıştır. Afet muadili sevgilisi de halvet olduktan sonra erkeğini yiyen “Peygamberdevesi”ni kendisine lakap seçmiştir. Sacayağını tamamlayan ise yerel sanatçı ve tipik üçkâğıtçı “Sülük”tür. Üç kafadar, yaşlı ve sapık bir mücevhercinin (sakladığı yer ve kullanım amacı ahlakdışı) kıymetli elmasının peşine düşerler. Baskın umdukları gibi gitmez ve Sülük, azgın mücevherciyi öldürür. Ama Güve, Sülük'ü ve hamile olduğunu öğrendiği Peygamberdevesi'ni ele vermez ve kendisini kodeste (komünizmden önce 1944) bulur. İşlemediği bir suçtan dolayı içeride kahır çeken kahramanımızın tek dileği cezasını tamamlamak ve tropik adalara yelken açmaktır. Aradan tam 20 yıl geçer, Sofya Cezaevi’nden salıverilen Güve, bilinmezliğe adımını atar. Özgürlük ve rahat bir yaşam ise aslında koskocaman bir hayaldir. Hain Sülük, kartlarını iyi oynamış ve aniden yükselerek “Yoldaş Binbaşı” olmuştur. O, Güve'nin nefes dahi almasına müsaade etmez ve kahramanımızın sakladığını düşündüğü elması alabilmek için sadık adamlarını devreye sokar. Güve’nin çilesi bitecek gibi değildir. Önce kan donduran işkence seansı başlar ve ardından Sülük, Güve’ye bir günlük yaşam hakkı tanıyan ölümcül bir zehir içirir.



Geçmiş ile hayatının sonlanacağı gün (1964’ün komünist başkenti Sofya) arasında sürekli mekik dokuyan Güve, zehirin de etkisiyle tuhaf insanların çepeçevre sardığı içsel (ve bir kısmı dolayısıyla düşsel) bir dünyaya çoktan yuvarlanmıştır. Eski bir hapishane kuşu olan anarşist dövmeci, Guguk kuşlu saatin tek gözlü bıraktığı boksör bilge, daracık yerde yellenen ve osuruktan ateş çıkaran mezar kazıcıları, kafadan kontak tabirinin cuk oturacağı hemşireler, delibozuk bar kuşları, uyduruk öykülerini anlatma telaşındaki arıza ve karikatürize tipler ve dahası... Ancak Güve için asıl darbe, Sülük ve Peygamberdevesi’nin birlikte kurduğu tezgâhın açığa çıkmasıyla iner. Acaba kandırılmaktan asla bıkmayan Güve ölmeden evvel intikamını alabilecek midir?





Yazarın Notu; Zift'te hoşuma gitmeyen yegâne şey ise komünizmi yerip, kapitalizme göz kırparken takındığı ikircikli tavırdan kaynaklanıyor. Tamam, komünizmi despotik bulabilirsin, sistemden nefret de edebilirsin ancak simgeler ve imgelere sığınıp batı demokrasisine selam çakmak sana kazandırmaz aksine seni sıradanlaştırır. Çünkü komünizmin tu kaka olduğundan dem vuranlar ve onu can düşmanı belleyenler, 2. Dünya Savaşı bitiminden bu yana aynı aparatları kullanıyor ve artık iyiden iyiye bayatlamış yemeği ısıtıp ısıtıp önümüze sürüyorlar. Hah, komünizm deneyini başarısızlığa uğratanların hiç mi günahı yok? Onlar benim gözümde en büyük suçludurlar. Güzel bir dünya yaratmak varken onu “Demirperde” ile mahvedenler, ABD’yi de tek kutuplu dünyanın efendisi yapmadılar mı? Bakın finalindeki şarkının sözlerine; “Bulgaristan güzel bir ülke ama Rusya hepsinden daha iyi...” Trajikomik, ucuz ve zavallı... Neyse... İşte öyle bir şey...

www.cinedergi.com

27 Haziran 2009 Cumartesi

AŞK DOĞUDAN YÜKSELİYOR



Uzakdoğu Sineması, kâh bizim Yeşilçam’dan tatlar barındıran yapımlarla karşımıza çıkıyor, kâh Hollywood’un ağzını sulandıran filmlere imza atıyor. Onlar, aşkın gölgesinden hiç ayrılmıyorlar ve büyük bir tutkuyla sinemanın dilini yeniden kurguluyorlar. Boş yere demiyoruz; aşk çoktandır doğudan yükseliyor.

ALPER TURGUT

Uzakdoğu Sineması’nı sevmemin asıl nedeni, sevdaya dair bitmeyen arzu ve ısrarından kaynaklanıyor. Onlar, sevi öyküleri adına yola düşmekten asla çekinmiyorlar. Belki de, aşk gerçekten güneşe benziyordur ve bu yüzden doğudan yükseliyordur. Kim bilir... Uzakdoğu Sineması bazen Yeşilçam’ın çocuksu saflığını hatırlatıyor, bazen de dozunu ayarlayamadıkları -mümkün mertebe abartıya kaçan- romantizm yüzünden iyiden iyiye sakarlaşıyorlar. Ancak bu eğreti durmuyor, mutlak suretle sıcak ve samimi bir hava yaratıyor. Tüm bunların yanı sıra Güney Kore, Çin ve Japonya’nın özgün senaryolarla adamakıllı şiirleşen başyapıt muadili filmleri de var. Aşk, paylaşma, vicdan ve umuttur. Ve ille de tutku... Uzakdoğu’dan araklamaya bayılan üretme aczi içerisindeki Hollywood, seneler önce ruhunu yitirdiği için kesinlikle tutkuyu anlayamıyor ve yaratmaya muktedir olamıyor. “Aşkın gelişi, aklın gidişidir” demiş Antoine Bret... E yani haksız mı adam? Aşk acısı insanı büyütür, aşılmaz dağlar bile aşılır, saraylar, saltanatlar yıkılır. Gerçekten merak ediyorum. Şu dünyada aşktan daha büyük ve daha baştan çıkartıcı bir delilik var mıdır?


Peki, tüm zamanların en iyi aşk filmleri hangileri? Mesela, Amerikan Film Enstitüsü üyelerinin böyle bir listesi var. Onlar, başa Kazablanka'yı oturtmuşlar, ikinci sıraya Rüzgâr Gibi Geçti’yi almışlar, üçüncülüğe ise Batı Yakasının Hikâyesi’ni layık görmüşler.

Şimdi diyeceksiniz ki; bizim favorilerimiz bunlardan hiçbiri değil. Atıyorum, 57 yıllık romantik komedi Roma Tatili, size daha yakın geliyor. Hayır, belki de siz; Doktor Jivago, Şehir Işıkları (City Lights), Aşk Hikâyesi (Love Story), Bulunduğumuz Yol (The Way We Were) ve Şahane Hayat‘ı (It's A Wonderful Life) çok seviyorsunuz. Seçeneklerimiz bitti mi? Ne gezer... Adeta bereket fışkırıyor, makaradan... Sinema tarihinin en sağlam gişesini yapan Titanik, sonra Özel Bir Kadın (Pretty Woman), Melekler Şehri (City of Angels), Aşk Engel Tanımaz (Notting Hill), Hayalet (Ghost), Sen Uyurken (While You Were Sleeping), İngiliz Hasta (Englısh Patient), Amelie (Le fabuleux destin d'Amélie Poulain), Cesaretin var mı Aşka? (Jeux D'enfants), Not Defteri (Notebook), New York'ta Sonbahar (Autumn In New York), Kasım’da Aşk Başkadır (Sweet November) ve tabii ki bizim fenomenimiz Selvi Boylum Al Yazmalım... Unutmayın, beyazperdenin, nabza göre şerbet vermekte üstüne yoktur.

Gel gelelim benim sevmekten vazgeçemediklerime... Aşk Üzerine Kısa Bir Film (Krótki Film o Milosci), Kutup Çizgisi Âşıkları (Los amantes del Círculo Polar), Daha Yaklaş (Closer), Annie Hall, Harry Sally İle Tanışınca (When Harry Met Sally), Sensiz Olmaz (High Fidelity), Sil Baştan (Eternal Sunshine of the Spotless Mind), Gün Doğmadan (Before Sunrise), Gün Batmadan (Before Sunset) ve Yağmurdan Önce (Before the Rain)... Şimdilik bu kadar... Çünkü devam ettikçe hem toparlayamayacağız hem de asıl konuya hiç giremeyeceğiz.

KOPYACI HOLLYWOOD

Başta da söyledik, son yıllarda aşkın tarifi artık Uzakdoğu’dan geliyor. Ve senaryo kabızlığı çeken (üstelik senaristler greve gidiyorlar, önce üret sonra ücret iste be birader) kopyacı Hollywood, yeniden çevrimlerle uğraşadursun, taklitler ancak asıllarını yaşatıyor. Benzer bir kısırlık, Avrupa Sinemasını da sarmış durumda... Nerede o eski güzelim İtalyan, Fransız, İngiliz ve Alman filmleri... Numune mahiyetindeki tek tük iyi yapımların ise zevahiri kurtarmaktan başka bir anlamı yok. Üç beş cıvık şarkı biraz da danstan bozma kıvırtmayla kotarılan uyduruk ve gayet yerel filmlerin cenneti Hindistan Sineması (Bollywood bu serzeniş sanadır) ise ancak ayrı bir yazının konusu olabilir.

Benim gibi bir sinemaseveri, uzun bir süredir romantizm adına mutlu kılan tek şey Uzakdoğu Sineması... Önceliğimi özgün metinlerine ve detay zenginliğine şapka çıkardığım Güney Kore’ye veriyorum. Ne yazık ki; 7. Sanat’ı en can alıcı renkleriyle boyamaya çabalayan Çin, aşk denilen dünyanın en ağır yükünü birkaç üstün yetenekli rejisörün sırtına yıktığı için benim açımdan Kore’den sonra geliyor. Her ne kadar arabeske savrulup, “sulugöz” bir sinemaya kapılarını aralasa da Japon Sineması’nı da dikkate değer buluyorum.

Simgelerin ve ışığın benzersiz kullanımı, eşsiz müzik seçimleri, müthiş detaylar, etkileyici fotoğraf kareleri, kameraya ve oyunculara tam hâkimiyet, her mevsime bir renk bahşeden görsel bir zirve ve dahası... Akıcı ve heyecan verici... Tek kelimeyle ritüel... İşte bir kısmı Hollywood’un da ilgisine mazhar olan gözde Uzakdoğulu yönetmenlerim şunlar; Kim Ki-duk, Jae-young Kwak, Chan-wook Park, Hyun-seung Lee, Wong Kar-Wai, Yimou Zhang, Ang Lee, Takeshi Kitano, John Woo...

MENAJER OLSAM PEŞLERİNE DÜŞERDİM

Bütün “çekik gözlüler” birbirine benzer... O zaman Efsanevi Bruce Lee ile İhtiyar Delikanlı (Oldboy) Min-sik Choi’nin ikiz olduklarını da iddia edebiliriz. Ne denli mesnetsiz ve mantıksız bir lakırdı... Sadece bakmayıp, görmeyi denerseniz, tüm ayrıntılar belirginleşecek. Adım gibi eminim. Menajer olsam peşlerine düşerdim, yönetmen olsam kesinlikle filmimde oynamalarını isterdim dediğim aktör ve aktrisler var sırada... Senin yüzünden sigarayı bırakma niyetim yok diye haykırdığım bay yetenek Tony Leung Chiu Wai, baş döndüren güzel Ziyi Zhang, Ziyi ile yarışabilecek yegâne dilber Gianna Jun, tecrübe, şefkat ve sadakat ile resmedebileceğimiz Maggie Cheung, yüzünü hep aşina bellediğimiz Andy Lau, dövüş sanatlarının büyük ustası Jet Li, hüzün ve anlayışa karşılık gelen Michelle Yeoh, Hollywood’un da ilgisini çekmekte gecikmeyen ağır ağabey Yun-Fat Chow ve bir erkeğin zarafetini simgeleyen Takeshi Kaneshiro...

GÜNEY KORE

Nevi şahsına münhasır filmler üreten Güney Koreli Kim Ki-duk’un Boş Ev’ini (Bin-jip) izleyip de etkilenmemek mümkün müdür? Kıskançlığın mübalağa boyutunu çoktan geçtiği Zaman (Shi gan) ise hiç kuşkusuz farklı bir deneyimdir. Ya kocasını intihar meraklısı bir idam mahkûmuyla aldatan sıradan ve mutsuz bir kadının öyküsünü dillendiren Nefes (Soom)... Kim Ki-duk, her türlü övgüyü hak ediyor.

Türkçesi Hırçın Kız’a karşılık gelen ve kısaca tesadüfler silsilesi diyeceğimiz “Yeopgijeogin Geunyeo”... İlk yarı, ikinci yarı ve uzatmalar... Maç keyif veren eğlencelik bir komedi formatında tamamlanır ancak uzatmalar, sizi köşeye yatırmayı başarır. Komedi drama dönüşür, duygular yoğunlaşır ve kazanan romantizmdir. Yönetmen Jae-young Kwak’ın bir sonraki filmi Klasik (Keulraesik) ise hala seyredememiş olanları, elde mendil bekliyor.

Chan-wook Park’tan İhtiyar Delikanlı (Oldboy) ve Ben Bir Robotum Ama Sorun Değil (Saibogujiman kwenchana)... Her iki yapım için de söylenmesi gereken sanırım; tam tekmil deliliktir.

Hyun-seung Lee'den Deniz (Il Mare - Siworae)... Deniz, gerçeküstü bir öyküyü kuşanan sağlam bir seyirlik... ABD’liler onu da kopyaladılar ancak orijinalinin aurasını yakalayamadılar.

Geçtiğimiz günlerde izleme fırsatı bulduğum Bir Zamanlar Lisede (Maljukgeori janhoksa) ise öncelikle gençlere dair sinema yapmaya çalışan ülkemiz yönetmenlerine sesleniyor. Sizin filmleriniz neden saçma sapan belki böylelikle idrak da edersiniz.

ÇİN

Çin'in tüm dünyaya hediyesidir Wong Kar-Wai... Onun, Mutlu Beraberlik (Chun gwong cha sit), Aşkın Zaman'ı (Fa yeung nin wa) ve 2046 adlı filmlerini seyretmek her gerçek sinemasever için mutlak zorunluluktur. Yani özetle; aşkın kusursuzluğa yakın bir şekilde nasıl betimlendiğini merak ediyorsanız, kaçırmamalısınız.

Son olimpiyatların görsel bir şölene dönüşmesinin tek müsebbibi olan Yimou Zhang ise hız kesmek nedir bilmiyor, Kahraman (Ying xiong), Parlayan Hançerler (Shi mian mai fu) ve Altın Çiçeğin Laneti (Man cheng jin dai huang jin jia) ile aşkı destanlaştırma faaliyetlerini tam gaz sürdürüyor.

Tayvan asıllı Ang Lee'den Kaplan ve Ejderha (Wo hu cang long) ile Dikkat, Şehvet (Se, jie)... İntikam, ihtiras, arzu, ihanet, fedakârlık ve yalın bir erotizm... Tüm duyguların kesiştiği tek nokta ise elbette aşk...

Aksiyon-macera filmlerinin büyük dehası Hong Kong’lu John Woo, en son bir milyon kişinin çarpıştığı tarihin en kanlı savaşlarından Red Cliff’i (Chi Bi) çekti. Bizim Baltacı Mehmed Paşa ile Deli Petro’nun eşi Rus Çariçesi 1. Katerina’nın tarihi ve pek muzip öyküsünü bilmeyen yoktur. Üç Krallık döneminin Çin’inde yaşananların da benzer özellikler taşımasını niye şaşırtıcı bulmuyorum. Çünkü erkekler, vatan için özgürlük için ama en çok da kadınlar için savaşırlar. Neyse sadede gelelim. Red Cliff, güzel ve büyüleyici bir masal. İzlemesi zevkli, set süreci yorucu, zahmetli ve zorlu… 80 milyon dolar harcanan Red Cliff, şimdilik Asya'nın en pahalı filmi...

JAPONYA


Günümüz Japonya Sineması’nın en büyük yıldızı Takeshi Kitano'dur. Onun yönetiminde hayat bulan Bebekler (Dolls) de aşkın görsellikle bütünleşen gösterişli ama saf hali gibidir. Bebekler, sevdaya ruhunu katar, özverinin önemini sağır kulaklara fısıldar.


Eski Yeşilçam filmlerini hatırlatan ve arabesk bir sos barındıran bir seyirlik; Dünyanın Orta Yerinde Aşk İçin Ağlıyorum (Sekai no chûshin de, ai o sakebu)... Filmin adından da anlaşılacağı üzere, aşk iri tuzlu gözyaşlarıyla simgelenir, ama Mevla olan yanakları ıslatanı değil direk kalbe akanıdır. Bunu sadece ve sadece o büyük acıyı göğüslemeyi deneyenler bilirler.


Bu yazı Cinedergi'nin Temmuz 2009 sayısında yayınlandı...